Bazı kelimelerin algılanışı kişiden kişiye farklılık gösterebiliyor. Kültürel çeşitlilik, dini inanış, farklı yaşam tarzları, bu algısal değişikliğin oluşmasını sağlayan en önemli etkenler. Andrej Nikolaidis'in romanına isim olarak seçtiği kelime de bunlardan biri: Kıyamet.
Dini kitapları kendi hayatlarının yönetimi için birer kılavuz olarak gören kişilere göre kıyamet, bu dünyanın sonu, kötülerin cezalandırılıp iyilerin ödüllendirileceği yeni dünyanın bir başlangıcıyken, dini ritüellere bağlı olmayan insanlar için günlük bir tükenişi, bir daha eski mutlu günlere dönememeyi, son görüşü, kaybedişi ve böylece yaptıklarının cezasını bu dünyada çekmeyi hatırlatır. Dini kitapların dışındaki bir bağlamda anlam kazanan bu kıyamet, çok sevdiğimiz bir kişinin ölüm haberini aldığımızda, doktor gözlerimizin içine baka baka ağır bir hastalığa yakalandığımızı söylediğinde, parmak uçlarımızdan başlayıp başımıza doğru bir anda kopabilir. Herkesten bağımsızdır, kişiseldir.
Andrej Nikolaidis'in romanı, bu iki kıyamet algısından da izler taşıyor. Romanın uzunca bir kısmı, kıyametin inanan insanların gözünden kopuşunu yansıtıyor. Kente, bir haziran günü lapa lapa kar yağmaya başlıyor, ölüler diriliyor. Roman şehrinin kilometrelerce uzağındaki -Türkçe okurunun ise hemen yanı başındaki- İzmir'de bir hasta çocuk şifa buluyor, kayıplar ortaya çıkıyor, cinayetler işleniyor, depremler oluyor. Aynı zamanda anlatıcımız da olan dedektif kahramanımız bu olanları televizyondan dinlerken, yazarın kullandığı ironik dil, aynı zamanda bir gösteri toplumu eleştirisini de içinde barındırıyor: Kıyamet anında bile en dikkat çekici haberi bulmak için yarışan, kör insanlar yaratan bir sistem. Fakat bu eleştiri daha etkileyici bir dille, daha derinlemesine işlenebilirdi belki.
Gezegenin bizden başka yargıcı yok
Bu noktaya kadar anlatılanlar, bir dedektifin sıradan insanlardan farkının kalmadığı, olan biteni onlar gibi sadece izleyebildiği bir hikaye. Fakat bu hikaye, romanın ortalarında bir yerde değişiyor ve dini ritüellerle bağı bulunmayan insanların algılayacağı türden bir kıyamete dönüşüyor. Lazar adlı hizmetçinin Vukotiç ailesini üzerinde koparttığı bir kıyamet bu. Kıyamete giden süreç epeydir halinden pek memnun olmayan Lazar'ın maddi sıkıntılarını aşmak için Vukotiçlerin evinden eşya çalmasıyla başlıyor. Aile bireyleri tarafından yakalanıp azarlanıyor. İçkili olduğu bir akşam, konuşmak için eve dönüyor ve kafasında böyle bir fikir olmamasına rağmen aile bireylerini teker teker öldürüp kaçıyor. Dedektif kahramanımız onu saklandığı yerde buluyor. Kıyamet algısına ilişkin farklılıklar işte bu bölümde, Lazar kahramanımıza kendisini polise teslim edip etmeyeceğini sorduğunda, tamamen açığa çıkıyor: "Kendimiz varken zaten cezanlandırılmamıza gerek yok." Vicdani sorgulamanın değerini vurgulayan bu cümle aynı zamanda gezegenin bizden başka bir yargıcı olmadığını da hatırlatıyor. Öte yandan kahramanımızın yıllardır görmediği oğlunun geliş tarihinin yaklaşmasıyla yaşadığı gerilim de kişisel kıyametin nasıl bir şey olduğunun altını bir kez daha çiziyor. Böylece Zizek'in kitabı tanıtırken bahsettiği katmanlardan biri daha karşımıza çıkmış oluyor: "Kıyamet, adeta patlamaya hazır üç katmanlı bir karışım: Amansız bir soruşturma, gitgide yaklaşan küresel bir felaketin hikayesi ve küçük bir Balkan şehrindeki gündelik hayatın tasviri."
Zizek'in kitaba en büyük katkısı kapağa da alınan şu alıntı aslında: "Düşünün ki Dashiell Hammert, Umberto Eco ile buluşuyor, sonra ikisinin arasına Orhan Pamuk katılıyor! Şayet bu dünyada adalet diye bir şey varsa, Kıyamet çok satar." Bu alıntı, Andrej Nikolaidis'i hiç tanımayanlara bile kitabı aldıracak kadar etkili. Bu cezbedici alıntının heyecanlandırmayacağı bir edebiyatsevere rastlamak sanırım bir hayli zor. Fakat Nikolaidis'in anlatısının gücü, Eco'nun kılı kırk yaran çalışkanlığıyla attığı sağlam düğümlerden, Orhan Pamuk'un özgün anlatılarından oldukça uzak.
Bu arada romanın sonunda bulunan 14 şarkılık "Kıyamet İçin Fon Müziği" adlı listeyi dinlemeden geçmeyin. (Dinlemek için tıklayınız.)
* Görsel: Mish-A-Man
Yeni yorum gönder