Efendim üzerinize afiyet ben biraz hastayım; kitap hastası. Kağıt hastalığı, bir tür sapıklık, bibliyomanlık... Artık nasıl adlandırırsanız. Kitabın bir asaleti, duruşu, yakışıklılığı olur. Hele eski kitapların, o eski el emeği göz nuru ciltlerin... Salt kapakları, bana hitâp eden estetik görünüşleri nedeni ile aldığım çok kitap vardır.
Ama her kitabın böyle bir duruşu olmuyor maalesef; geçtiğimiz yüzyılın bütün kötülüklerinin yaratıcısı olarak her konuda, hemen aklımıza gelen Amerikalılardan kitaplar da nasibini aldı. Hani gözümüzün, elimizin, kütüphanemizin alıştığı ortalama 20x13 santim boyutlarında olan kitabın yerine daha uzun boyluca, görme problemi olanlar için yazılmış gibi kocaman fontları olan bir kitap formatı geldi ya, sanıyorum o da bir Amerikan icadıdır. Hele de söz konusu formatta yayınlanmış olan kitap bir roman ise, nedense edebi değeri konusunda daha önceden herhangi bir bilgiye sahip olmasam bile önyargılı oluyorum.
Bu konuda bilimsel veriler var mıdır çok merak ediyorum. Mesela okumayı fazla sevmeyen, hatta kitap okumamakla övünen, muhtemelen ilkokulu bitirdiklerinde de hâlâ heceleyerek ve sesli olarak okuyabilen bir insan tipolojisi vardır ya... Acaba onlar böyle kocaman fontlarla basılı olan kitapları daha okunur mu buluyorlar? Plaj kadınları mı seviyor? Çok satar formatı mıdır bu? Üstelik ele gelir bir format da değil. Çantada çok yer kaplar, daha ağır, biz de hiç adet olmayan otobüste, vapurda, metroda okumak için çok elverişli değil. Ama Amerikalı yaptı ise bir hikmeti vardır mutlaka. Yayıncılarımız da (eğer başka bir bildikleri varsa lütfen açıklasınlar) bu şekilde düşünüyor olmalılar ki, birkaç senedir, bu ucube format kitap pazarımızda zuhur etti.
Belki daha önce başlamıştı ama benim dikkatimi Paulo Coelho'nun Elif baskısı ile celbetmişti. Can Yayınları da (herhalde bir değişiklik istemiş olmalı canları) bu Ayşegül fontlu, iri cüsseli kitap formatına meyletmiş. Elimde Karl Olsberg'in Kara Yağmur isimli eseri bulunuyor. Kitabın içine baktım ancak bunun yeni bir seri olup olmadığına dair bir bilgiye rastlayamadım. Can Yayınları bizi dünya ve Türk edebiyatının gerçekten seçkin örnekleri ile tanıştırmış, genelde fiyatları birazcık pahalı da olsa editoryal kalitesi yüksek, çevirileri özenli nadide bir yayınevimizdir. Her kitapseverin kütüphanesinde beyaz ciltleri ve kırmızı kalbi ile yıllardır yerini almış; çoğu zaman az satması neredeyse garantili olan ama edebi açıdan değerli pek çok kitabı basarak bir tür kamu hizmeti gerçekleştirmiştir. Kuşkusuz böyle bir ülkede maddi karşılığı pek olmayacak bir çaba. Can Yayınları bu fedakarlıktan yorulmuş olmalı ki, bu süslü püslü ama cüssesinin hakkını vermeyen kitaplara yönelmiş. Umarız beklentileri gerçekleşir, bu kitaplar okuyucusu ile buluşur. Ben şahsen buluşmasam da olur.
Neyse dönelim kitabımıza. Dediğim gibi bu formata karşı önyargım vardı. O yüzden daha önceden tanışma şansına sahip olmadığım Bay Olsberg'in kitabından bir edebiyat mucizesi beklemiyordum. Hele de arka kapak yazısını okuduktan sonra... Asıl mesleği bilgisayar programcılığı olan ve ilk kitabı Sistem'de (idefix okur anketine göre okuyucularımız pek sevmişler) kontrolden çıkan bir bilgisayar virüsünün maceralarını anlatan Bay Olsberg, bu kez başka bir güncel konu seçmiş kendisine: Almanya'daki ırkçılık, yükselen İslami akımlar ve Neo-Naziler ve bu ortamda patlayan bir atom bombası. Evet, nereden bakarsak bakalım verimli bir konu, bu verimli konudan kayda değer bir metin çıkmış mı peki?
Olsberg, Rusya'da bir askeri nükleer garnizonda geçen kısa açılış sahnesinden sonra, kısa bölümler halinde romanın tipleriyle tanıştırıyor bizi tek tek. Bunların içinde esas adamın tek başına bir hayat süren, dairesinden pek çıkmayan, geçmişte başından tatsız bir hadise geçtiğini anladığımız; dürbünü ile tüm mahalleyi gözetleyen, tele-objektifle mahallelinin fotoğraflarını çekip bunları biriktiren, hatta odasının duvarlarını bu fotoğraflarla kaplayan bir tür özel dedektif, Lennard Pauly olduğunu anlıyoruz.
Lennard, küçük oğluyla yaşayan tezgâhtar Fabienne Berger'e sanki platonik bir aşk beslemektedir. Bu arada Fabienne'in arkadaşı Nora'nın küçük kızı Yvi okuldan dönmemiştir ve iki kadın endişe içindedir. Fabienne büyük annesinden kalan kartlarla bir Tarot falı açarak Yvi'nin başına neler geldiğini anlamaya çalışır. Nostradamus uzmanı kaçık matematikçi Friedhelm Langen ise, Nostradamus'un kehanetlerine dayanarak, çok yakın zamanda büyük bir felaket olacağını düşünmektedir. Diğer bir kritik şahsiyet ise bir magazin haber dergisinin deneyimli muhabiri Corinna Faller'dir. Faller, internet milyarderi Heiner Benz ve onun eski manken karısı Eva ile sansasyonel bir haber-röportaj yapmak peşindedir. Frankfurt'ta bu tür gündelik sıradan olaylar cerayan ederken, Karlsruhe'de ise Federal Anayasa Mahkemesi’nin cami yapılmasına karşı aldığı kararı protesto eden İslamcılar ve haliyle onlara gıcık olan Neo-Naziler karşı karşıyadır. Bunlardan birisi de Ben adlı bir delikanlıdır. Romanımızda bir karakter bolluğu var: Japonya'dan Almanya'da yaşayan kızını ziyarete gelen Hiroşima ya da Nagasaki'deki atom bombası felaketinden yaralı olarak kurtulmuş bir Japon Kenichi Tanaka, onun havaalanında Çinli olduğunu gördüğü için istemeye istemeye bindiği taksinin şöförü... uzayıp gidiyor. Romanın Karlsruhe'de patlayıp onbinlerce insanı öldüren atom bombasından sonraki bölümlerinde tüm bu karakterlerin kesişme noktalarını, birbirleri ile ilişkilerini anlayacağız. Çorbaya ne bulduysa katan Olsberg'ten açıkçası bir de Yeşiller çeşnisi bekliyor insan, ama Almanya'da bu kadar etkin Yeşiller hareketini temsilen bir sözcük bile geçmiyor.
Evet, anlayacağınız gibi Olsberg bir çoksatar yazabilmek için elinden geleni yapmış, romanda klişe olarak yok yok. Sona doğru ilerlerken baş kahramanımız Lennard'ın becerileri ve başından geçenler birden bana Cüneyt Arkın'ı ve Dünyayı Kurtaran Adam filmini anımsattı. Bu tür fantastikomik hikâyelerin salt bize özgü olduğunu düşünürüz ya bazen, yanılırız. Elin Alman’ının bizden aşağı kalır yanı yok. Bu kitaptan şahane bir Yeşilçam filmi çıkarmış.
Bu arada asıl konuyu unutmayalım: Atom bombasını kim patlattı? Olağan şüpheliler olan İslamcılar mı, yoksa yazarımız bize başka bir sürpriz mi hazırlıyor? Malum bu türün temel özelliklerinden biri, metinlerde son turlara girildiğinde keskin virajlar almak ve şaşırtmacalar yapmaktır. Ancak Olsberg'in tüm çabalarına rağmen türünün başarılı bir örneğini yarattığını söylemek oldukça zor.
Durmuş bir saat, günde iki kez doğru zamanı gösterir, malum. Tıpkı bunun gibi, böyle nükleerleşmiş bir dünyada nükleer felaket kehanetinde bulunmak çok da şaşırtıcı değil. Asıl trajik olan gerçeklikte felaketin Olsberg'in romanında hiç öngörmediği bir noktadan gelmiş olması: Deprem. Japonya'da meydana gelen ve nükleer reaktör patlamasına yol açan deprem tüm dünyayı ters köşeye yatırmış bulunuyor. Romanımızdan pek ders çıkaramasak da hayattan çıkaracağımız ders: bir Nükleer felaket için kötü adamlara ihtiyacımız yok, Alman deyişinde olduğu gibi, cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşenmiş olabilir. Öyleyse her zaman, her yerde, her türlü Nükleere Hayır!
"Öyleyse her zaman, her yerde, her türlü Nükleere Hayır!" Tabi, tabi çok doğru, çok doğru. Mesela nükleer tıp diye bir şey var. Ne olduğu konusunda herhangi bir fikrim yok, ama ben ona da karşıyım. Nükleer değil mi en nihayetinde, ezbere bir karşılık şart sonuçta. Hem niye araştırayım ki nükleer enerjiyi? Artısını eksisini öğrenip edindiğim bilgiyle fikriyat sahibi olmaya ne gerek var? Japonya'daki felakette tsunami nükleer reaktörden daha fazla can almış. Ne gam? Ben suçluyu nükleer olarak belledim ya, gerisi yalan.
Yeni yorum gönder