“Benim maceram insanın gizemine varmak içindi,” diyordu Yaşar Kemal, Alain Bosquet ile yaptığı ve kendini anlattığı yazışmalarında, ancak şunu da ekliyordu: “İçimde biraz da gerçeği arama çabası var.” Gerçeklik ve düşsellik ikilemi, hem Doğu’da hem Batı’da, hem geçmişte hem de günümüzde edebiyatın başa çıkmaya çalıştığı en temel meselelerden biri oldu. Birçok felsefi akım, birçok farklı edebi tür kendi sınırlarını yarattı bu ikilemi çözmeye çalışırken. Daha doğrusu, bu soruna aradıkları çözüm sayesinde bir akım ya da türe dönüştüler. Bir de arada kalan, gerçekçi olduğu kadar doğaüstü de olabilen eserler çıktı karşımıza. Latin Amerika’dan, Uzakdoğu’dan ve Yaşar Kemal örneğinde olduğu gibi Çukurova’dan…
Bugün bir kitaptan bahsederken kuşkusuz en çok dile getirilen özelliği, eserin gerçek ile hayali iç içe geçirmesi oluyor. Basın bültenlerinde, tanıtımlarda, arka kapak yazılarında o kadar sıklıkla karşılaşıyoruz ki bu nitelemeyle, artık fantastik bir metni sadece fantastik olduğu için ya da gerçekçi bir metni sadece gerçekçi olduğu için okumamızı istemiyor sanki yayın dünyası. Belirsizliğe ne kadar sürüklenirsek o kadar çok okumak isteyeceğimizi düşünüyor. Çünkü içinde yaşadığımız yüzyıl, kafası karışık, ama fazla bilgiyle karışık bireylerin yüzyılı. Bilimsel olarak kanıtlanmış doğa kanunlarının kurgu öykülerini okumak istemiyoruz. Arada kalmak istiyoruz biraz. İster liberalizm veya kapitalizm, ister postmodernizm diyelim bizi avcuna alan ideolojiye veya sisteme, asıl bizi avcuna alan, hayal ve gerçekliğin sistemlerden bağımsız, saf ve hakiki bir şekilde kesiştiği başka bir alan var edebiyatta: Korku.
“Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca.” Bu cümleyi nereden mi hatırlıyoruz? Oğuz Atay’ın, Tutunamayanlar’ının gölgesinde kalmış olan Korkuyu Beklerken adlı öykü derlemesinden. Türkçe edebiyatın en önemli korku eseri olduğunu iddia edebileceğimiz bu kitap, İngiliz ve Amerikan edebiyatına yerleşen korku edebiyatı geleneğini ve Batılı korku klişelerini aratmayacak unsurlarla doludur. Artık gündelik dilimize giren şu meşhur “öteki”yi, sosyolojik olarak yorumlamaktan bıkmadığımız XX. yüzyılın modern ve müphem bireyini, biraz süslü bir tabir olan ancak çok şey anlatan o “tekinsiz yabancı”yı her satırında tekrar tekrar okudukça yeniden kazıp çıkarabileceğimiz öyküler vardır bu kitapta. Özellikle kitaba adını veren uzun öykü “Korkuyu Beklerken”de, “Beyaz Mantolu Adam”da, “Unutulan”da ve “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”da karşılaştığımız kahramanlar, mekanlar ve metinlere egemen olan psikoloji, 1970’lerin sonunda Türkiye’den bir yazar için bu denli nitelikli bir üslupla yaratması kolay bir dünyanın parçaları değildir.
Dağ başındaki o ıssız kasabalar
“Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”, dağ başındaki bir kasabada, bir tren istasyonunda hikayelerini yazan yalnız kahramanımızın öyküsüdür. Bizi hem korku bağlamında hem de trenden inilen bir kasaba öyküsü olması anlamında bu çağrışımları yaptıran eser, aslında Atay’ın zamanından da önce yazılmış olan, ancak henüz okuruna kavuşan bir Yaşar Kemal eseri. Tek Kanatlı Bir Kuş, Yaşar Kemal’in bildiğimiz dili ve üslubuyla yazılmış. Etkisini anında zihnimizde bırakan, biraz da kısa olmasından hareketle birkaç kez üst üste okumaya kalkışabileceğimiz bir roman bu. Birkaç kez okumaya davet etmesinin sebebiyse, az önce bahsettiğimiz o ikircikli hayal-gerçeklik ilişkisinin temelinin, usta yazar tarafından son derece dengeli kurulmuş olması. Ve tabii ki, asıl meselesinin de bizim en kadim duygumuz olan korku olması.
Posta müdürü Remzi Bey ve eşi Melek Hanım’ın bir trenden inmesiyle başlıyor öykümüz. Onlar, ömrü yollarda geçen, atanmalar nedeniyle oradan oraya dolaşan iki sürgün gibiler adeta. Varmaları gereken bir kasaba var, ama başka bir dünyanın eşiğinde sanki burası. Ne gelen var ne giden, sadece orada bir kasaba olduğunu biliyor kahramanlarımız; bir hayalet kasaba. Ama Remzi Bey bir memur sonuçta, kimsenin yaşamadığı, kimsenin gelip gitmediği bir kasaba da olsa, yeni atandığı postaneye gitmeli. Oğuz Atay’ın öyküsünde yalnız kahramanımız bir mektup yazmak istiyor, ama gönderecek bir adres bile bilmiyordu. O yüzden kurmuştu o ünlü cümleyi: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” İşte Yaşar Kemal’in kahramanı da, kalan her yerin adresine bir çıkış noktası olan, ama kendi adresi belli olmayan bir postaneye ulaşmaya çalışıyor.
Öykü ilerledikçe yeni kahramanlar da katılıyor bu ıssızlığa, terk edilmişliğe. “Alamancı” işçiler ve hayalet kasabanın karşısına dikilecek olan Zeliha ile tanışıyoruz. Sayı çoğalıyor, ama o kasabanın gizemi, kurguya katılan her karakterle daha da derinleşiyor. Bir yandan gündelik gerçekliği olduğu gibi yansıtıyor Yaşar Kemal. Her şeyin basit olduğu, gizemli unsurların gündelik yaşama çok hâkim olmadığı, sıradan bir hayat var madalyonun bir yüzünde. Diğer yüzüyse karanlık ve korku dolu. Tıpkı Atay’ın eserinin adındaki gibi, korkuyu beklemekle ilgili bir anlatı bu. Umutların bağlandığı, ekmek parasıyla, ilişkilerle, gündelik gerçekliğimizdeki her önemli adımla ilgisi olan bir gizemin resmini çiziyor yazar. Psikolojik unsurlarla yüklü bir metinde, politik bir zeminin de kurulabileceğini kanıtlıyor. Yaşadığımız her şeyin arkasında, ötesinde veya berisinde bir yerlerde bir gölge olduğunu hatırlatıyor. Bu hayali gölgenin, yaşanan her gerçeklik kırıntısıyla büyüdüğünü de gösteriyor bize.
Romanın çıkacağı haberini aldığımda ilk merak ettiğim ayrıntı, eserin adıydı. Tek Kanatlı Bir Kuş ile neyi anlatacaktı Yaşar Kemal? Korku duygusuyla hesaplaşan bir kitap olduğunu da duymuştum ama ancak romanı okuyunca gördüm Tek Kanatlı Bir Kuş’u. Ve hep gördüğümüz ama tanımakta zorlandığımız, tanısak da yabancı kaldığımız birini, bir şeyi, bir yeri anlattığını gördüm Kemal’in. Hani Cem Karaca diyordu ya “sevda kuşun kanadında” diye, işte bu romanda korkudur kuşun kanadında olan. En fazla bu kadarını paylaşmalı henüz eseri okumamış olanlarla. Bir de başka bir üstadın, Ray Bradbury’nin Kimsenin Trenden İnmediği Kasaba adlı öyküsünü yine okumalı, Doğu ve Batı’nın birbirini ne kadar tamamlayıcı öyküler anlattığını görmeli. Dağ başındaki o ıssız kasabaların bizi bekler gibi orada durmalarının tekinsizliğini yeniden düşünmeli.
Yeni yorum gönder