Her hikaye anlatıcısı (bunu öyküler de yazan biri olarak söylüyorum) epikten uzaklaşmış olmanın bedelini gizli gizli düşünüyor olmalı. Entelektüel buhranlar, bencil sancılarla halkla ve onun yüzyıllardır dinlemeye alışık olduğu hikayelerle arasına mesafeler koymuş olmanın hesabını kime verecek hikayeci? Sahi bu metinler sizce de biraz fazla metin değil mi? Sadece okunurken kıymeti anlaşılan, “söylenemeyen” ve yüksek sesle okunamayan metinler…
Şimdilerde bu sorular önemini artırıp üzerinde düşünülmesi şartıyla yeniden önümüze koyulmaya başlandı. Çünkü ekran/internet çağı geleneksel dönemin intikamını alan bir canavar gibi gelip matbu metnin işini neredeyse bitirdi. Metne âşık okur-yazarlar olarak bir kabusun içinde gibiyiz; kimse metinsel oyunlara itibar etmiyor. Kimse dikkatini birkaç saniyeden, dakikadan fazla bir metnin üzerinde tutamıyor. Bambaşka bir biçimde de olsa sözlü kültürün YouTube’dan yeniden yükselişine tanık oluyoruz. Peki bu durumda öykücüler ne yapmalı? Kapalı, aritmetik hesaplarıyla dolu metinlerine biraz daha mı gömülmeliler? “Okur yok! Dikkatli okur yok,” diye çığlıklar savurmaya devam mı etmeliler? Okurun istediği olsun diyerek popüler, ucuz hikayelere mi gönül indirmeliler? Pespaye metinlerle milyonlara ulaşmanın yollarını mı aramalılar? Yoksa geleneksel hikayeye, geleneksel anlatıcının yöntemlerine dönmenin yollarını mı?
Geç bir ilk kitapla birlikte kitaplı yazarlar kervanına katılan İsmail Özen, öykü üzerine düşünen, okuyan, kanaatime göre değeri gittikçe daha fazla anlaşılacak bir kalem. Kitabı Günler Ne Kadar Kısaldı ise, adeta klasik hikayenin, “tatlı tatlı anlatan” anlatıcının, okuru metne çivileyen, kendisini dinlettiren anlatıcının yeniden dönüşünün resmi gibi.
Entelektüel kaygılarına gömülmüş bir yazarın bunalımlarını değil, metinde düşünen bir karakterin öyküsünü değil; bir kahvede, düğün dernekte, sohbet meclislerinde arkadaşlarınıza anlatacağınız hikayeler anlatıyor Özen, Günler Ne Kadar Kısaldı’da. Neyi anlattığı da birinci derecede önemli değil aslında, önemli olan nasıl anlattığı. Klasik bir hikaye şablonunu olması gerektiği gibi başarıyla kullanarak yazıyor hikayesini Özen. Burada en önemli soru şu olmalı: Peki onu hoş sohbet amcalardan, kahve milletinin insanlarından ayıran nedir? Böyle öyküler yazan bir yazarı iyi fıkra anlatan birinden ayıran ya da popüler romanlar yazan romancılardan ayıran… Edebiyatla, ucuz romancıların, fıkra anlatıcılarının ayrıldığı nokta nedir?
İsmail Özen’in hem içe (insanın içi elbette) hem de dış dünyaya yönelmiş şaşırtıcı derecede derin ve şaşmaz bir tespit gücü var. Okuru son –ve Cortazar’ın deyimiyle nakavt eden– etkiye taşıyan gerilimi kontrol etme gücü ve sezgisi; ifade rahatlığı, cesaret, keskin bir belagat da cabası. Bir hikayecide başka ne ararız ki zaten? Son bir şey daha: hikayeyi görme yetisi. İsmail Özen neye dokunsa, neye baksa hikaye gören bir öykücü. Daha doğrusu bu toprakların hikayesine sırtını dönmeyen, aksine kulak kabartan bir öykücü. Yerel ve bu yüzden de alabildiğine evrensel hikayeler yazıyor. Balıkesirli “dayak yalaması” Arap Muharrem bize ne kadar yakınsa, Borges’in “gaucho”larına da bir o kadar yakın mesela.
Bir kahvede okey masasından bir türlü kalkamayan öğrencileri, karısıyla gözden uzak bir dağ yolunda arabası kara saplanan bir adamı, kendisini “üç zarif çiçeğin arasındaki odun” gibi hisseden iki kız babası naif bir adamı, babası Almanya’ya gidip dönmeyen bir küçük delikanlıyı da başarıyla anlatıyor. Her birinin ortak noktası fazlasıyla yerli, katıksız, doğal olmaları. Kurgulanamayacak kadar iyi ve gerçek hikayelerin, kurmaca bir hikaye kadar gerçeküstü ve düzenli anlatılması Özen’in ustalığı tam olarak.
Yitik kuşak mitik hikayeler
Kitabın özellikle ilk üç öyküsünde belirgin halde –diğerlerinde ise daha dolaylı olarak– bir mahalle romantizmi hâkim. Dişlerin arasından salınan tükürükler, yazlık sinemalar, taşra kitapçıları, Tarkan, kitap değiştokuşları, salyangoz toplamalar vs.
Bu konu üzerinde ayrıca düşünülmeli. Emrah Serbes, Mahir Ünsal Eriş gibi başka iyi örneklerini daha gördüğümüz bu mahalle romantizminin sebebi ne olabilir? Bunu İsmail Özen dahil anılan öykücülerin çocukluk ya da gençliklerini 80’lerin ortasından 90’ların sonuna kadar süren bir dönemde yaşamış olmalarına bağlıyorum. Çünkü biz (ben de bu kuşaktanım) değişimin durdurulamaz bir hal aldığı, çocukluğumuzda bizim için önemli olan her şeyi yetişkinliğe geçtiğimizde kaybettiğimiz bir kuşağız. Büyüdüğümüz sokaklardaki bakkal, oyunlar bir yana taşlar, binalar dahil geri döndüğümüzde yok olmuştu. Böyle büyük bir eksiklik duygusu kendi edebiyatını da oluşturmalıydı sanıyorum. Bu kuşak için çocukluğunu, gençliğini anlatmak mitik bir hikaye anlatmak kadar olağanüstü. İnsanlık tarihinde yüz yılda, belki bin yılda ancak değişen gündelik hayat; (TV, internet, teknoloji ile) on yılda, üç, iki, bir yılda değişmeye başladı. İsmet Özel’in de söylediği gibi, her şey biz yaşarken oldu bunu bilsin insanlar. Günler Ne Kadar Kısaldı, daha adından başlayarak klasik öykünün günümüzde yazılmış en iyi örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Öyle iyi ki, bir öykücü olarak bana yaptığım şeyi sorgulatıyor; bu tatlı hikayeci dilinden ne zaman bu kadar uzaklaştık? Bu gerçek karakterleri yazmayı ne zaman bıraktık? Eserin okurda bıraktığı o tanıdık uyuşma etkisinin tadını ne zaman unuttuk?
Son ve en hayati soru ise şu; bu yazının birbirinden kopuk görünen iki bölümünü birbirine bağlayan köprüde: Acaba birinci bölümde sorguladığımız gibi klasik hikaye, geleneksel anlatıcı yükselecek mi? Yoksa bunca şeyin değiştiği hayatımızda edebiyat da kendi nasibini alıp bizi bambaşka türlere, tahmin edilemez bambaşka anlatıcılara mı yönlendirecek? Bu hikayeler mahallelerimizle birlikte miadını doldurdu mu yoksa? İsmail Özen de, yeni kuşak öykücüler de kendi kendimizle sürekli çelişmek pahasına (bu yazıda olduğu gibi) kendi yollarını bu sorulara cevaplar arayarak bulacaklar.
* Görseller: Dougles Duer, Tod Bailey
Yeni yorum gönder