Külliyat okuması yapmak, bir yazarın yazarlık serüvenine şahitlik etmenin en doğru yoludur belki de. Yazarın kitaplarının kronolojik sırayla okunması, okuyucu olarak dildeki ve temalardaki değişimi, hikayenin içerisindeki patikalarda meydana gelen çeşitlenmeyi görmek için önemli imkanlar sunar. Aslında bu kazanımlar, işin edebi yönüyle ilişkili. Fakat kronolojik okuma yapmanın en güzel yanı, kitabın yazarıyla aranızda kurulan, sadece size özel olduğunu hissettiğiniz duygu bağıdır. Anlattıkları aracılığıyla yazarı tanıdığınızı düşünür, onunla ahbaplık eder ve heyecanına ortak olursunuz.
Kemal Varol, benim bu bağı kurabildiğim yazarlardan birisi. Onu Toplu Şiirler kitabıyla tanıdım, Demiryolu Öyküleri derlemesi, Jar ve Haw romanlarıyla takibi sürdürdüm. Kıymet verdiğim bu ilişki yazarın üçüncü romanı Ucunda Ölüm Var ile sürüyor şimdi.
Ucunda Ölüm Var’ın Ağıtçı Kadını, kendisinde ya da bir başkasında iz bırakan her acıyı sırtlanmayı görev bilmiş, en umutsuz dert olan ölümün izlerini bedenine hapsetmiş, mistik bir eski zaman masalcısı… Kitabın anlatıcısı da olan bu kadının hikayesi sayesinde, ağıt kültürünü, Ağıtçı Kadın’da iz bırakmış o yarayı, ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktığı insanların kısacık hayatlarına sığdırdıklarını öğreniyoruz. “Gözyaşlarım bütün bunları bahane edip akarken ben ölülerle değil hikâyelerine ağlarım. Eksik kalmış, tamamlanmamış, yarıda kalmış, bir süt tülbendi gibi bembeyaz, bir kış gecesi gibi bembeyaz, hayretler içinde kalakalmış hikâyelerine ağlarım. Bir işaret olarak dünyaya dikecekleri taşlara ağlarım…” Hikaye içinde hikaye, acı içinde acı derken bu romanda dünya dertlerinin bin bir haliyle hemhal oluyoruz. Okur olarak, kitapta anlatılan hiçbir acıdan sıyrılmanın imkanı yok. Ağıtçı Kadın öylesine içten öylesine sarsıcı ki anlatılarıyla acımıza yön veriyor.
Ucunda Ölüm Var, Kemal Varol’un dilindeki şairliğin iyiden iyiye hissedildiği bir roman olarak karşımızda duruyor. Ağıtçı Kadın’ın acıları ile bizi birleştiren, aynı sisteme sövdüren, aynı acıya ağlatan ortaklığımız, Varol’un dilindeki samimiyetle belirginleşiyor. Jar ve Haw romanlarında da duygudaşlığımız ve Varol’un samimiyeti bakiydi elbette; fakat Ucunda Ölüm Var’da farklı olan bir şeyler var. Okur olarak bu romanda artık farklı acılarla empati lıröamom ötesine geçiyoruz: Tüm hasretler bizim hasretimiz, başkasının gözündeki yaş bizim kirpiklerimizi ıslatıyor; tüm ölümlerin ağıtçısı biz oluyoruz, hepimiz tanığız tüm yaşananlara…
Diğer iki romanında hikayelerin büyük bir kısmını erkek dilinden okuduk, dinledik. Jar’da birbirine düşman iki adamın öyküsüydü anlatılan. Haw’da Melsa’nın aşığı Mikasa’nın dilinden gördük dünyayı, geçmişten kalan acıların kokusunu Mikasa’yla soluduk. Ucunda Ölüm Var’da ise, hüzünler de sevinçler de gülmek de ağlamak da kadının dilinden söze dökülüyor. Yarım kalan her şeyin acısı önce Ağıtçı Kadın’ın diline, sonra da bizlerin içine dökülüyor, derin izler bırakıyor: “Okunur okunmaz silinen bir kelime oldum. Harflerim tastamam da noktalarım eksik kaldı senden sonra.”
Ağıtçı Kadın, roman boyunca Arguvan’dan yola çıkıp beş şehir dolaşıyor: Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum ve Diyarbakır. Her şehirde de bir başka acıyla tanışıyor, bir başka insanın ahir ömrünün öyküsünü dinliyor. Her gittiği cenaze evinden, ölen kişinin Heves Ali olmamasının verdiği rahatlık ve Heves Ali’ye kavuşamamanın verdiği hayal kırıklığı ile ayrılıyor. Kemal Varol ölüme, savaşa, acıya, bin bir türlü haksızlığa tanıklık eden küçük Arkanya’yı, bu son romanında da dizinin dibinden ayırmıyor. Ve Ağıtçı Kadın, kendi kuyruğunu yutan yılan misali, hikayesinin başladığı topraklara, Arguvan’a dönerek veda ediyor, hem kendi hikayesine hem de kursağında yer eden, bitiremediği cümlelerine...
Gerçekliğin politik bir zeminde inşası
Romandaki bu ince “beş şehir” ayrıntısı, okura Kemal Varol’un okurluk serüveninde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın iz bıraktığı ve Ağıtçı Kadın’ın beş şehirlik yolculuğunun usta yazara bir selam gönderme vesilesiyle kurgulandığı düşüncesini doğuruyor. Varol’un beş şehri, tek bir şehirle Tanpınar’dan ayrılıyor: Kemal Varol, “başkent” Ankara yerine Diyarbakır’ı koyarak, her romanında olduğu gibi kurmacanın içindeki gerçekliği politik bir zeminde inşa ediyor. Yazarın romanlarını okurken yakaladığımız bu küçük ayrıntılar ve göndermeler, incelikle kurgulanmış metne daha sıkı sarılmamızı sağlıyor.
Romanda dikkat çeken bir diğer nokta ise, bölüm girişlerindeki alıntıların derinliği oluyor. Yunus Emre’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a; Jules Valles’ten Mevlana’ya ve Willian Saroyan’a kadar birçok isim, Ucunda Ölüm Var’ın çoksesliliğine eşlik ediyor. Heves Ali’nin Ağıtçı Kadın’a çağrısı, Mevlana’nın Şems’e çağrısındaki ürpertiyi hissetmemize neden oluyor. Her iki aşık-maşuk hikayesinin ortak mekanının Konya olması, alt metinlerin çeşitliliği konusunda okuru bir kez daha hayranlığa sürüklüyor. Kemal Varol’un bağırmadan, usulca yaptığı bu göndermelerin izini sürebilmek, yazar-metin-okur arasındaki o özel bağın kuvvetlenmesine omuz veriyor.
Ucunda Ölüm Var, hayatın çoksesliliğine bir davet: Kemal Varol bizi acıya, kahkahaya, ölüme ve doğuma tanıklık etmeye çağırıyor.
* Görsel: Erhan Cihangiroğlu
Yeni yorum gönder