Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Kuşaklar arası bir yolculuk



Toplam oy: 680
Finy Petra // Çev. Sevgi Can Yağcı
Aylak Adam
Kuş Kadın, fiziksel ya da duygusal olarak ölü annelerin, insanın ruhsal yapısını nasıl etkilediğine dair etkileyici bir anlatı sunuyor.

Bir annenin çocuğuna bakışında, duru bir görüş mümkün müdür? Yoksa o bakışta aynı anda başka birileri de bulunur mu? O annenin kendi annesi, babası, çocukluğu, travmaları, aşkları mıdır o bakışı oluşturan ya da bulandıran? Bir annenin bakışında çocuğuna aktarılan birçok şey var kuşkusuz. Bunların en başında belki de kuşakların aktarımı gelir. O bakışta kendi ebeveynlerinin, hatta ebeveynlerinin ebeveynlerinin aktarımları söz konusudur. Peki bu aktarımda neler vardır? Sırlar, aşklar, nefretler, hayaller, hayal kırıklıkları, geçmiş, gelecek vs... 

 

Çocukluktan itibaren, aile ortamımız, o ortamın arızaları, sırları, söylenmeyenleri ve çok tekrarlananları doğrultusunda ebeveynlerimizin varoluşlarıyla, çocuklukları ve ebeveynleriyle tutkuyla ilgilenmişizdir. Ve tüm bunlar sonucunda da kendi kişisel tarihimizi yazmaya başlarız. Hepsinin toplamı ya da onlardan arda kalanızdır bir bakıma. Hepimiz farklı seviyelerde aile geçmişimizdeki kişileri içimizde barındırırız. Onların imgeleri biz farkına varmadan bizi işgal hatta inşa eder. Ve özdeşleştiklerimiz de bu yolla ortaya çıkar. 

 

Lia, kendisini hastalıklı bir şekilde kuşlara adıyor, kuş bilimci olarak hayatına anlam katmaya çabalıyor.

 

 

Finy Petra tarafından kaleme alınan Kuş Kadın adlı romanda da, Lea ismindeki genç bir kadının kendi kişisel tarihini, annesinin ve annesine tanıklık edenlerin izini sürerek oluşturduğunu görüyoruz. Bu duygusal yolculukta Lea, annesine, büyükannesine, babasına ve çocukluk kahramanlarına dair birçok sırra ulaşıyor. Ve bu sırlar eşliğinde önce annesi Lia’yı yeniden oluşturuyor. Romanda her kuşağın temsilcisi olan kadın karakterlerin varoluş nedeni, bir diğerinin yok oluşuna zemin hazırlıyor gibi. 

 

Örneğin Lia doğarken, anneannesi ölüyor. Annesi ise yaşamı boyunca depresyonla mücadele eden, fiziksel olarak varlık göstermeyen bir kadına dönüşüyor. Kendisini hastalıklı bir şekilde kuşlara adıyor, kuş bilimci olarak hayatına anlam katmaya çabalıyor. Öyle ki, çoğu zaman kızını bile gözü görmüyor: "Öz kızının sesini duymasa da bir kuşunkini duyabilir. Hele bir ağaçkakanı muhakkak. Allah’tan ormanda kulaklarım her zaman açık yürümüşümdür. Ağaçkakan taklidi yapmaya çalışıyorum. Oldukça kötüyüm ama olur ya işe yarar. Birkaç dakikada çukurun kenarında annemin kafası bitiveriyor.”

 

Romanın baş kahramanı Lea ise Lia’nın kızı; Lea’nın da duygusal olarak ölü bir anneye doğduğunu söylemek mümkün. Anne var ama yok. İntihar ettikten sonra fiziksel olarak da yok oluyor. Ve kızı Lea, annesinin yarattığı boşluğu, başkalarından annesinin hikayesini dinleyerek, onun sırlarına, anılarına ulaşarak doldurmaya çalışıyor. Annesinin çocukluğuna, kadınlığına doğru bir gezintiye çıkarken, kendi var oluşunu da anlamlandırmaya çalışıyor: “Buyur bakalım. Başıma ağrı girdi. Anıların içinde sakladığım kadarını ortaya çıkarabilmiş sayılmam oysa. Asıl sorun tabii ki onları taşımak zorunda olup olmadığım. Eve gelince çantama yaptığım gibi, anıları da bir köşeye mi fırlatsam yoksa?”

 

Fransız psikanalist André Green “Ölü Anne” isimli makalesinde yaşamın ilk yıllarında yaşanan bir nesne kaybının, en önemli nesne olan annenin kaybının kişinin ruhsallığını nasıl belirlediği üzerine bir yorum getirir. Anne fiziksel olarak vardır ama ruhsal olarak varlığını çocuğa hissettiremez. Yani orada bulunup, bebeği gör(e)meyendir. Ölü anne, çocuğun taleplerine cevap vermez. Bu da çocuğun dürtüsel çıkışlarını hep boşlukta bırakır. Kitap, okuyucularına bu bağlamda, yani fiziksel ya da duygusal olarak ölü annelerin, insanın ruhsal yapısını nasıl etkilediğine dair etkileyici bir anlatı sunuyor. “Bazen, yeter diyorum. Buna daha fazla devam edemeyeceğim. Annemden bana ne! O çekip gitmeye karar vermişken ben niçin ona ve anılarına tutunmaya çalışıyorum ki! Midem gurulduyor. Hemen kalkıp kahvaltı hazırlamalıyım yoksa yattığım yerde bayılacağım.”

 

Jung’un arketipleri

 

Öte yandan, roman, karakterlerin özellikleri, bölüm başlıkları, doğadaki malzemeleri kullanış açısından paganist özellikler taşıyor. Ayrıca kitapta yer alan bazı semboller, Jung’un arketipleri olarak yorumlanmaya da gayet elverişli.

 

Kuş Kadın, doğanın sesinden ve özellikle de kuş seslerinden oldukça yararlanıyor. Fakat kuş sesleri deyince aklınıza sadece bülbüller, serçeler gelmesin; kitapta alabildiğine karga sesleri, ağaçkakan seslerini de duyabiliyoruz. Tıpkı içimizdeki zıt sesler gibi.

 

Çevirmenliğini Sevgi Can Aksel’in yaptığı ve Aylak Adam Yayınlarından çıkan Kuş Kadın, Macar yazar Finy Petra’nın ilk romanı. Başarılı bir kurgu, masalsı bir anlatım taşıyan roman, kişisel tarihin izini sürmekte oldukça başarılı ancak bu durum okuyucuda toplumsal belleğin izini sürme beklentisi de yaratıyor. Yazarın Macar olması ve Macaristan’ın çalkantılı geçmişi de bu beklentiyi doğuruyor olabilir. Fakat kitabın gerçekliğinden, dış gerçekliğe ulaşamıyor, arka fonda bir Macaristan göremiyoruz ne yazık ki...

 

 

 


 

 

 

* Görsel: Tolga Tarhan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.