Kundera’nın, Roman Sanatı’ndaki tavsiyesiydi; “Büyük resmi değil, küçük resimdeki büyük resmi göster.” Aleksandar Hemon’un Everest Yayınları’ndan çıkan romanı Lazarus Projesi, tam da Kundera’nın bu tavsiyesine uygun yol alıyor. 1900’lerin başında, kardeşi Olga ile Chicago’ya gelen ve parçası olmaya çalıştıkları ülkenin polis müdürünce öldürülen Lazarus ile evliliğine, hayata, varoluşuna ilişkin sorularının karşılığını henüz bulamamış olan ve Lazarus’un hikayesini, alacağı burs ile araştırmak isteyen yazar Brik’in hikayesi...
Geçen yüzyılın anarşizminin bu yüzyılda dönüştüğü kavram, terörizm; Lazarus’un hayatını bugüne bağlayansa, yazar Brik.
Aleksandar Hemon, terörü bahane ederek polis devleti haline gelme sürecini ve baskı rejiminin nasıl işlediğini gözler önüne seriyor. Lazarus’u şüpheli görüp de vuran polis müdürü, tüm ezici iktidarlara mal olabilecek bahaneyi dillendiriyor: “Bana anarşist gibi baktı.” En önemlisi de psikolojik baskının etkisi. Görüyoruz ki, her kimden fedakarlık bekleniyorsa ve huzurun onun ellerinde olduğu masalı anlatılıyorsa, o kişiye kötülük yolda.
Brik hayatta da, edebiyatta da var olma peşindeyken pek çok kavrayışı adım adım yaşıyor. Farkındalığının ilk aşamasını, “Sesini duyurmak için kendi hikayeni anlatmak zorundasın,” diyerek anlatıyor. Hangi hikaye? Hem Lazarus’la birlikte yazarlığında atılım yapacak, hem de kendini tanıyacak. Ama durum değerlendirmesi, durduğun yerden yapılmıyor. Olan bitene dışarıdan bakmak ancak uzaklaşarak ve başka bir dünyanın atmosferinde soluk alarak mümkün… Enis Batur, “Uç uzak” der, Brik’in uç uzağı da, Lazarus’unki ile aynı; memleketleri, Saraybosna. Yazar Hemon, Brik’i Lazarus Projesi’ni hazırlaması için çocukluk arkadaşı Rora’nın yanında, göçmenlik ve gerçeklik sorunlarıyla birlikte Saraybosna’ya gönderiyor. Öyle ya, nicedir gitmediği anavatanına, araştırma yapmak ve roman yazmak için de olsa giden kişi, dünya üzerindeki gerçek evinin neresi olduğunu düşünmez mi?
Bir göçmenin yuvası neresidir?
İç çektiren bir yanıt veriyor buna yazar: “Yuva, orada olmadığınızı birilerinin fark ettiği yerdir.” Yuva ve aidiyete kafa yoran birinin sorularına yanıt bulacağı ilk düşünülen yer kendi evi olurdu. Tabii evinde, kendi hikayesini anlatabilseydi… Açmazın tam da burada başladığının farkında olan Brik, kitlesel sorundan kişisel olana ulaşıveriyor: “Genellikle Lazarus projemi düşünmekten kaçınıyordum, sanki evliliğimin geleceği buna bağlıydı.” İşte o vakit karşımıza Brik’in eşi, Amerika’nın ruhu Mary çıkıyor. Brik’in Mary’i tanımladığı ilk kavram, onun dünyasının ne kadar “gerçek” olduğu.
Mary ile Brik’in arasındaki çarpıcı tartışma, Amerika ile dünyanın kalan yarısı arasındakiyle aynı: “Mary, Ebu Garip fotoğrafları hakkında yaptıkları amaçsız, yaralayıcı kavgada Amerikan askerlerinin 2003 yılında, işgal altındaki Irak’ta bulunan Ebu Garip Cezaevi’nde Amerikalıların tutuklulara işkence yapmasını reddediyor.” Çünkü Mary’e kalırsa, (genel Amerikalı profiline uygun olarak) ülkesinin insanları mutlak iyi niyetli… Herkesin bir “biz” i var ve pek çok kötülük de bizin sözde korunması adına yapılıyor. Üstelik, bu “biz” kalan dünyaya da şöyle bakıyor: “Ülkem ona göre uzakta, düşsel bir yerdi, Amerika’dan önceki dünyanın bir kalıntısı, halkının insanlığa ancak Amerika’ya gelerek ve gecikmeli bir biçimde kavuşabileceği modası geçmiş bir ülke.” İnsan, varlığı için böyle bir kanıya kapıldığını hissettiren eşine kendi esaslı hikayesini nasıl anlatabilir ve onun yanında varoluşsal sorunlarına nasıl yanıt bulabilir ki?
Daha ilk anda kendisini “Karmaşığım,” diyerek niteleyip gönlümüzü kazanan Brik, öyle yalın ki onun dünyasını kavramak hiç de zor olmuyor. Bu kolaylık sayesinde tüm ironiyi, ayrıntıları yakalıyor ve arka arkaya kurulan farklı yüzyıllara ait sahnelere kendiliğinden girip çıkabiliyoruz. Çok kolay sarpa sarabilecek ya da birbirlerinin içinde eriyebilecek iki öykü, zihinde ayrı ayrı yer edebiliyor ve aynı zamanda bütünlüğe de erişiyor. Bir an için Mary’nin karikatürize bir karakter olup olmadığını sorguladıysam da Amerikalı tanıdıklarımı ve arkadaşlarımı düşününce anlatının hiç de abartılı olmadığı sonucuna vardım. Çoğu aynen Mary gibi yaşıyor ve düşünüyor. Ölümden ve varoluşsal sıkıntıdan bahsedip bu kadar rahat okunan bir roman yazabilmek… Maharet, bu kadar çok kapıyı birbirine değdirmeden açmakta.
(Manşette kullanılan görsel çalışma Saddo Jdero'ya aittir.)
Yeni yorum gönder