Hakan Bıçakcı, günümüzde değil de 19. yüzyılda ya da 20. yüzyıl başlarında yazan biri olsaydı, büyük ihtimalle ismini R. L. Stevenson, Maupassant, Giovanni Papini, Washington Irving, Ambrose Bierce gibi büyük yazarların arasında anar; tuhaf, esrarengiz, tekinsiz öykü derlemelerinde yer alan klasik kalemlerden biri olarak kabul ederdik. Sıradan, gündelik, mantıkla açıklanabilen olaylar ile olağanüstü, doğaüstü, akla mantığa sığmayan olayları bazen gerilim unsurlarıyla doldurarak, bazen de kara mizahla besleyerek eserlerinde bir araya getiren bu yazarlar, bize o dönemin akılcı Batı kültüründeki çatlakları göstermiş, egemen zihniyetin açmazlarını sorgulamışlardı. Bıçakcı ise, hem 21. yüzyılda hem de Türkiye’de geçen öyküler kaleme alarak, bazı çatlakların sadece Batı’da değil Türkiye’de de, sadece geçmişte değil günümüzde de var olduğunu gösteriyor ve tekinsizliğin evrensel durumunu tasvir eden eserler ortaya koyuyor. Bize ne kadar müphem, düşsel, ironik, arızi bir hayat yaşadığımızı hatırlatırken, çatlaklarla ve boşluklarla dolu bir dünyada ayakta kalmaya çalışırken kazandıklarımızın ve kaybettiklerimizin öykülerini anlatıyor.
Bıçakcı, yeni yayımlanan öykü kitabı Hikâyede Büyük Boşluklar Var’da, içerik, dil ve üslup olarak bir önceki öykü kitabı Ben Tek Siz Hepiniz’in peşinden gidiyor. Dört yıl aradan sonra karşımıza çıkan bu yeni öykü derlemesi, yazarın betimleme ustası olduğu yabancılaşma, vicdan hesaplaşması, intikam, rüya ve kâbus anlatıları gibi konulara odaklanmaya devam ediyor. Yeni öykü kitabının öne çıkan ekstrası ise, mizah düzeyinin biraz daha artmış olması. Tıpkı son bir yıl içinde okuduğumuz Aslı Tohumcu’nun Ölü Reşat ve Altay Öktem’in O Adam Babamdı kitaplarında olduğu gibi, sıradışı durumların arkasında yerini korumaya devam eden mizahın “kara” sıfatını takındığı öyküler, okuduktan sonra hemen bir başkasıyla paylaşmak isteyeceğimiz türden, bulaşıcı bir okuma vaat ediyor. “Falda İddialıyız”, “Serbest Piyasa”, “Jüri Özel Uykusu” ve özellikle de “Bana Bayan Deme” gibi öyküler, bu mizahın tavan yaptığı metinlerden sadece birkaçı. Bu kısacık öykülerle günümüzde sık karşılaşmadığımız bir fırsat sunuyor Bıçakcı: Bir öyküyü bitirir bitirmez, bıkmadan, defalarca üst üste okuma fırsatı.
Ben Tek Siz Hepiniz’in bu yeni kitapla karşılaştırıldığında daha melankolik, daha vahşi bir havası olduğunu kabul etmek gerek. Hikayedeki büyük boşlukları, yani toplumun, sistemin, düzenin hikayesindeki boşlukları önceki kitabında karanlıkla derinleştiren Bıçakcı, anlaşılan o ki yeni kitabında kara mizaha bu bağlamda daha çok rol veriyor.
“İlişki Durumu”, “Yalnız Personel”, “Nasıl Olur?” ve “Ara Bölge” başlıklı dört bölüm, bir önceki kitabın “Ben Tek Siz Hepiniz”, “Çalışma Saatleri”, “Sakat İlişkiler”, “Ben Neredeyim” ve “Bir Taraf Karanlık” başlıklı bölümlerini hatırlatıyor. Kaba hatlarla da olsa, bir bölümün yabancılaşan modern insana, diğerinin kadın-erkek ilişkilerine, bir başkasının sıradan hayatın sıradışı tarafına, bir diğerinin de belirsizlik durumlarına ayrıldığını söyleyebiliriz.
Fantastik ama gerçek
Genellikle İstanbul-Ankara hattında okuduğumuz öykülerin içinde bir tanesi, Paris’te geçtiği için ayrı bir yerde duruyor ama Bıçakcı ne yapıp edip bu öykünün içinde de İstanbul’a lafını çakıyor! Göze çarpan bir özellik de, kitaptaki öykülerin tamamının fantastik unsurlarla bezeli olmaması. Çoğu öykü doğaüstü unsurlarla dolu ve neden doğaüstüne yer verildiğini mesele haline getirecek kıvamda, kısacası fantastik edebiyat kategorisinde de olsa, kitaptaki kimi öyküler gerçeği olduğu gibi aktaran duruşlarıyla öne çıkıyor. Örneğin, “Kutlama” adlı öyküde olağanüstü herhangi bir unsurdan bahsetmek mümkün değil, ama sistem eleştirisini yapmaktan geri durmayan bir öykü olduğunun altını çizebiliriz. “Herkes Öykü Yazabilir” ve “Üç Kişilik Bir Kişi” adlı öyküler de, öykü yazmanın, yaratıcılığın kendisini konu edinerek, kendi içinde edebiyat oyunları yapan öyküler olarak diğerlerinden ayrılıyor.
Bıçakcı, sadece uygarlığın tanımındaki boşluklardan değil, bireyin varoluşsal boşluklarından da beslenmeye devam ediyor ve böylece zamanımızın bireyini ve kültürünü aynı potada eritiyor. Freud’dan Kafka’ya, Cioran’dan Dostoyevski’ye kadar genişletebileceğimiz tekinsiz varoluş anlatılarının yansımalarının görülebileceği öykülerde, Bıçakcı’nın anlatıcı ve kahramanlarının özellikle vicdan muhasebesine ağırlık verdiklerini ve bu ağırlığın altında ezildiklerini de görüyoruz. Kimsenin ezmediği, ama kendi kendine ezilen kahraman figürü, dış dünya ile kendi dünyası arasında sıkışık bir halde yaşayan bireyin çelişkili öyküsüne ışık tutuyor. Elbette Hakan Bıçakcı tarzı bir ışık bu; aydınlatma sebebi gölge yaratmak olan bir ışık…
Sonuç olarak, Bıçakcı’nın yeni öykü kitabının başlığında geçen “boşluklar”, akılcılığın, belirlenimciliğin, her açmazı altın bir formülle çözmeye çalışan zihniyetin hâlâ çatlaklarla dolu olduğuna işaret ediyor. Son iki yüzyılın yazarları ve düşünürleri, hakikati ne kadar çok tanımlamaya, sınıflandırmaya, sınırlandırmaya çalışırsak o kadar çok çatlakla yüzleşeceğimizi göstermişlerdi. Bıçakcı da bu yüzleşmenin öyküsünü anlatmaya devam ediyor. Hikayede gerçekten de büyük boşluklar var ve Bıçakcı da o basit ve sade diliyle, bu boşlukların içinden çıktığı hikayeyi, ya da günümüzün popüler deyimiyle “büyük resmi” gösteriyor. Bizi, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına ikna ediyor. Son iki yüzyıldaki “Batı hikayesi”nin içindeki boşluklardan filizlenen yadırgatıcı, yer yer rahatsız edici, bazen güldüren ama genellikle farkında olmadan birlikte yaşadığımız gündelik hayatın tuhaflığının açık edildiği bu öyküler, hikayedeki büyük boşlukları kapamaya çalışmıyor. Tam aksine, boşluğu daha da genişletmeye, derin bir gedik yaratmaya ve anlam arayışı içinde yaşadığımız postmodern zamanlarımıza bir ayna tutmaya çalışıyor. Bu ayna, kitaptaki “Ağlatan Ayna” öyküsünde olduğu gibi, aslında herkesin içten içe ağladığını ama arada sırada da olsa, yüzümüzdeki maskenin edebiyat sayesinde düşeceğini hatırlatıyor. Hikâyede Büyük Boşluklar Var’ı okuyun, ama lütfen boşlukları doldurmayın!
* Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder