Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Mağlup edilmesi gereken şey kötülüktür



Toplam oy: 750
Karim Miske // Çev. Zehra Cunillera
Encore
Hızlı temposu, özellikle Fransa için çok güncel olayları yorumlayan bakış açısı, ifade gücü dili, hakkı verilerek anlatılan kişi ve karakterleri ile iyi bir roman Arab Jazz.

Paris’te, Kuzey Afrikalı Müslüman ve Yahudi toplulukların yaşadığı bir semtte işlenen vahşi bir cinayetle başlayıp ikinci nesil göçmenlerin sorunlarına açılan Arab Jazz romanında Karim Miské, suçu üreten dünyanın zafiyet ve karmaşıklığını sergiliyor.

Gazeteci ve yönetmen Karim Miské 1964 Abidjan doğumlu. Babası Moritanyalı, annesi Fransız. İlk ve orta öğrenimini “beşinci” Paris’te tamamladıktan sonra Dakar Üniversitesi’nde gazetecilik lisansı yapmış. Sonrasında yeniden Paris’e dönmüş. Yahudilik ve Müslümanlığın ortak kökenleri, biyoetik ve sağırlık gibi çok çeşitli konularda belgesel filmler çekmiş. 2012 yılında yayımlanan ilk romanı Arab Jazz, aynı yıl Fransa'nın en saygın polisiye ödüllerinden kabul edilen Grand Prix de Littérature Policière'i ve 2015'te Prix du Goéland Masqué'ı kazanıyor; kitabın İngilizce çevirisi de Pen Ödülü'ne layık görülüyor.


Cemaatlerin kardeşliği!

 

Karim Miské, bu ilk romanında iyi bildiği bir mekanı ve insan tiplerini anlatmış. Kısaca özetleyelim: Ahmed Taroudant, 30 yaşında Arap kökenli bir Fransız. Fas’tan kaçarak Paris’e yerleşen solcu bir annenin çocuğu. Zorluklarla dolu bir hayat geçirmiş, depresyona giren annesi -bir daha çıkmamak üzere- hastahaneye yatırılınca on altı yaşında çalışmaya başlamış. Ancak çok sürmemiş iş hayatı; kronik depresyon teşhisi konulan Ahmed, son üç buçuk yıldır Engelli Yetişkin Yardımı ile neredeyse evinden çıkmadan yaşıyor. Ahmed’in en büyük tutkusu ise, yakınlardaki bir Ermeni sahaftan aldığı -ve bütün evi dolduran- polisiye romanları okumak. Günlerden bir gün yine evinin balkonunda kitabını okurken üst kattan damlayan bir kan damlasıyla Ahmed’in korunaklı hayatı alt üst olacaktır. Üst kata çıktığında cinsel organından defalarca bıçaklanmış, baldırlarına ve bacaklarına domuz kanı sürülmüş Laura’nın cesedi ile karşılaşır ve kendisinden şüphelenilebileceği korkusuyla yeniden evine kapanır.

Soruşturma için On Dokuzuncu Paris Emniyet Müdürlüğünden Jean Hamelot ve Rachel Kupferstein görevlendirilir. Olay mahalli her ikisini de dehşete düşürmüştür. Müslüman ve Yahudilerin mahallesinde kadına sürülen domuz kanı, dini cemaatleri ve nefret suçlarını akla getirse de, Laura’nun iki dini cemaatle de ilgisinin olmaması bakış açısını değiştirir (genç kadının ailesi Yehova Şahitleri’nin ileri gelenlerindendir). Araştırmalar derinleştikçe mahalledeki karmaşık ilişkiler, inançların arkasına gizlenmiş maddi menfaatler yavaş yavaş aydınlanır. Ortada her üç dinin radikallerinin katıldığı kirli bir oyun oynanmaktadır. Üstelik oyunun içinde kirli polisler de vardır.

Jean ve Rachel’e güvenen Ahmed, polisiye kitaplardan öğrendiği dedektiflik yöntemleriyle soruşturmaya katkıda bulunmaya başlar, bu aynı zamanda Ahmed’in hayata yeniden tutunmasını sağlayacaktır. Soruşturmanın belli bir aşamasında zincirleme reaksiyon etkisi ile “cinayet soruşturması kimyevi anlamda bir çökelme sürecine girer. Bütün ipler ya da neredeyse bütün ipler çözülmeye” başlar.

 

Küresel suçlar, küresel ayrımcılık

 

Arab Jazz, öncelikle entelektüel ilgilere hitap eden bir roman. Karim Miské, gerek Ahmed’in gerek dedektif Jean’ın polisiye tutkusu üzerinden hikayesini edebiyat ve sinema göndermeleriyle zenginleştirmiş. Romanın başlığı da James Ellroy'un White Jazz romanından esinlenmiş. Ne anlama geldiği de roman içindeki şu diyalogla açıklanmış: Beyaz Jazz, “Ellroy’a göre, Beyazların çevirdiği dolaplar anlamına geliyor.” Öyleyse Miské’nin “Arab Jazz” başlığını seçmesini Arapların çevirdiği dolaplar şeklinde yorumlayabiliriz. Her ne kadar Paris’te tıkılıp kalmış, miskinleşmiş, inancında radikalleşerek kabuğuna çekilmiş, bunun faturasını da farklı inançlara ve ırklara çıkarmış Arapların ağırlığı olsa bile hikayede dolap çevirenler sadece Kuzey Afrikalı Müslümanlar değil. Yahudiler, Antisemitik Hıristiyanlar, Yehova Şahitleri dolabı döndüren çarka su sağlıyorlar. Ortak mekanlarının bir Türk lokantası olması ayrıca ilgiye değer. Kısacası, çok zengin bir şahıslar kadrosu kurmuş Miské. Ama asıl üzerinde durduğu kimlik Ahmed’inki; "başkaları tarafından yazılan tek, kesintisiz bir hikayeyle tüm dünyayı yutarak kendini kaybetmeyi" amaçlayan Ahmed, kimliğinden şaşkına dönmüş bir Fransız Arap. Köktendincilerin tersine, kitaplarla dünyaya açılmaya çalışıyor.

İlk olarak 2012 yılında yayımlanan romanın 2015’ten sonra yeniden öne çıkarılmasının önemli bir nedeni daha var. Hikayesinin yerleştiği mekanın Charlie Hebdo katliamının gerçekleştiği On Dokuzuncu Paris olması. Suçlular da romandaki köktendincilerle büyük benzerlik gösteriyor. Ancak hikaye Paris’in dışına da çıkıyor; Brooklyn’e, New York’a, Yehova Şahitlerinin küresel genel merkezine yapılan ziyaretlerle suçun alanı ve suçluların kimliği genişletilmiş. Sonuçta kıtalararası bir suç ve kimlik romanı bu; insanların Fas’ta da, Paris’te de, New York’ta da maruz kaldıkları ırk ayrımcılığı üzerine yoğunlaşan, çağdaş çokkültürlülüğün yaşadığı acı çelişkileri ve verimli sentezleri dramatize eden Miské, suç kurgusunu kullanarak siyasal-toplumsal bir eleştiriye soyunuyor. Zaten niyetini de şöyle ifade etmiş: “Benim için suç yazını toplumu -dünyayı- aynanın karşısına koymanın en iyi yolu. Bir suç işlendi. Çözülmesi gerekiyor. Bu süreçte, kitap, suçu üreten dünyanın zafiyet ve karmaşıklığını ortaya çıkarıyor. Araştırmacılar tabakayı kat kat soydukça daha derin bir gerçeği ortaya koyuyorlar.”

Derin gerçeklerin içinde suçla mücadele etmesi gerekenler de yer alıyor, yöneticiler ve en çok da polisler. Evet, olayı çözümleyenler kendilerini adaletin parçası olarak gören entelektüel derinliği olan müfettişler ama kendilerinin teşkilatta sevilmediklerinin, etraflarının hırçın, ırkçı, maço, eşcinsel düşmanı meslektaşları tarafından çevrildiğinin, polislerin yasa dışı faaliyetlerinin geniş bir yelpazeye yayıldığının farkındalar. Rachel işte buna tahammül edemiyor: “Benliğinin derinliklerinden yükselen bir ses, kabullenmesi çok acı verse de birbirine karışmış iyi ve kötünün bizzat kendi mayasını da meydana getirdiğini fısıldıyordu ona. Cürüm ile adalet arasındaki bu ensestvari ilişki kendi milletinin trajik kaderini mühürlemişti.”

Hızlı temposu, özellikle Fransa için çok güncel olayları yorumlayan bakış açısı, ifade gücü dili, hakkı verilerek anlatılan kişi ve karakterleri ile iyi bir roman Arab Jazz. Buna karşılık, hem köktendincilerin suç kardeşliğini hem de mahallenin bir arada huzur içinde yaşadığı geçmiş tezini biraz zorlamış, hikayeye gereksiz şahıslar ve diyaloglar katmış gibi geldi bana. Bunu ilk roman yazmanın sıkıntısına bağlayalım ve yazıyı hepimize yapılmış bir çağrı anlamına gelen romanın şu son cümlesi ile kapatalım: “Kötülük (...) bu olayda mağlup etmemiz gereken şey kötülüktü.”

 

 


 

 

 

Görsel: Tayfun Pekdemir

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.