Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Marina: Zafon'un 'en kendi' romanı



Toplam oy: 1156
Carlos Ruiz Zafon
Altın Kitaplar

“Sevgili Okur,

Hep inanmışımdır ki, ben, yapıtlarının bazılarını kendi itiraf etse de etmese de, diğerlerinden daha çok seven yazarlar grubuna aitim.

 

 

Bu sevgi, seyrek olarak yapıtın edebi değeriyle ya da okurdan gördüğü ilgiyle, yayımının başarısı ya da başarısızlığıyla ilgilidir. Somut bir nedeni sayılamaksızın, insan kendisini bazı yapıtlarına daha yakın hissedebiliyor. Roman yazarlığı gibi garip bir mesleği üstlendiğim 1992 yılından bu yana, Marina, benim en sevdiğim yapıtlarım arasında.”

 

 

 

Carlos Ruiz Zafon, “Marina”sı için böyle diyor özgür bir çeviriyle, romanın başına yazdığı önsözünde. O öyle diyorsa, bizlere de bunu kabul etmek ve Marina’yı öyle okumak kalıyor.

 

Bu duygularla başladım Zafon’un romanına ve Oscar Drai’nin –ilk gençlik ve gençlik hatta olgunluk arasında şaşırtıcı geri dönüşler ve ataklarla dolaşan- gizemli macerasına, Peter Schwaar’ın Almanca çevirisinden. Yanıtlara ilişkin duygularla da bitirdim.

 

Yapıtın Türkçe'ye çevrilip okura sunulabileceğini umarak ve de plotu hakkında sevenlerini ve tutkulu okurları kızdıracak bilgileri ‘sızdırmaktan’ kaçınarak, Marina’nın bana kazandırdıklarını aktarmaya çalışmak en doğrusu gibi görünüyor.

 



Ancak, önce, Carlos Ruiz Zafon. İspanya, Barselona 1964 doğumlu. Collegi Sant Ignasi-Sarria Cizvit okulunda okuyor. Cizvit okullarının disiplin ve katılıklarıyla Katolik dünyasındaki ağırlıklarını, Türkiye’deki Cizvit okullarından çıkarsamak mümkün.

 

Bu denli yoğun bir disiplin ve baskıya karşın küçük Zafon’un, o yaşlarından itibaren büyülü bir kurmacada ayrı bir ‘yaşam’ oluşturmaya başladığını, yazmaya yöneldiğini görüyoruz.

 

 

 

 

 

 

Kırmızı fırın tuğladan yapılmış Collegi Sant Ignasi-Sarria, karanlık koridorları, gizli geçitleriyle küçük Carlos’a fantastik çağrışımlar yaptırmayı ve giderek bu yeteneğiyle okurlarının ilgisini çekme gücünü vermeyi  başarmış.

 

Zafon, sonra, Barselona’da bir reklam ajansında çalışmaya başlıyor, 1994’e kadar. Ardından, Los Angeles’e yerleşiyor Carlos Ruiz Zafon ve romanlar, senaryolar yazmaya başlıyor. Bu döneminde, önemli İspanyol yayınları El Pais ve La Vanguardia’ya da yazılar gönderiyor.

 


Ününü tüm gezegene yaydığı romanı, Rüzgarın Gölgesi. İlk çıktığında pek ilgi görmüyor bu beşinci yapıtı, ancak kısa süre içinde İspanya’da çok satanlar listelerinin ön sıralarına haftalar boyu yerleşiyor. Ardından da, birçok dile çevriliyor ve milyonlara ulaşan satış rakamlarına erişiyor.

 

 

 

 

 

Marina, Zafon’un en sevdiği romanı, kendi gittiği okula çok benzeyen bir okulda yatılı okuyan bir öğrencinin başından geçenleri, Oscar Drai’nin aşkının ardından yaşadığı macerayı anlatıyor. Marina’nın önermesiyle siyahlar giyinmiş gizemli bir kadının mezarlık ziyaretini izlemeleriyle başlayan öykü, bir dönemler Barselona’nın en zenginleri arasında bulunan bir kişinin yaşamından, bizzat Marina’nın sırlarına ulaşan bir süreçte Oscar’ın ilk gençliğinin gençliğinin ve olgunluğunun tanıklığıyla aktarılıyor.

 

 

 

 

Marina’yı yazdığında ‘yolun yarısında’ olan Carlos Ruiz Zafon’un, çocukluğunun izlerinden hareketle oluşturabildiği atmosfer, ilk satırdan itibaren beni içine aldı, sonuna kadar da aynı heyecanla götürdü. Zafon’un, yapıtlarını herkese okutabilmedeki becerisi böylece kanıtlanıyor olsa gerek. Ancak bununla kalmıyor Carlos Ruiz Zafon ve hiçbir zorlanma belirtisi vermeksizin zengin sınıf içindeki çatışmalar, çelişkiler arasından çocuksu denebilecek naiflikteki yaklaşımına karşın, büyük bir ustalıkla geçebiliyor.

 

Siyahlar giyinmiş gizemli kadının peşine –ki, siyahlar giyinmiş gizemli kadın artık ancak çocuk masallarında gösterebilecekken kendini- taktığı okurla birlikte Oscar, Barselona’nın kendi ifadesine göre artık olmayan havasını heyecanla soluyor ve zenginlikle başarı ve mutluluk arasındaki ilişkileri sorgulatıyor.

 

 

 

 

Başkalarına, çocuklara ilk adımda, hoş düşler gördürmek için tasarlanmış oyuncakların nasıl ürkütücü fantastik figürlere dönüşebileceğini, ‘ilk suç’un ne denli önemli olduğunu –bir toprak parçasını ilk olarak çevirip kendine mal edenin asla unutulmayacağını-, zenginliğin, aşk uğruna hiçe sayılabileceğinin bir ‘masal’ motifi olarak görülemeyeceğini biz, Oscar’la birlikte güçlü bir biçimde anımsıyoruz.

 

Carlos Ruiz Zafon’un bilebildiğim kadarıyla Türkçe’de iki romanı yayımlandı: Rüzgarın Gölgesi ve Meleğin Oyunu. Marina’nın da dilimize kazandırılarak bu yapıtlara ekleneceği bir umut olarak korunmalı. 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.