Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Mario Bellatin adlı yazardan kurtulmak…



Toplam oy: 323
Mario Bellatin // Çev. Süleyman Doğru
Notos
Büyük Cam, tam bir Bellatin klasiği… Onun tuhaf ve hayran olunası zihninin emarelerinden sadece bir tanesi.

Yazan kişinin yazdığı her metnin –bunu belirtse de, belirtmese de– öyle ya da böyle otobiyografik olduğu, onun yaşamından kesitler veyahut izler taşıdığı gerçeği bir tarafa, bir yazarın bile isteye otobiyografik –üstelik kurmaca– bir metnin başına oturması ve oradan kendini imha etmeden kalkması zor bir yolculuk. İnsanın kendi kendisinni ameliyat etmesi gibi bir şey bu. Üstelik öyle basit bir ameliyat da değil söz konusu olan; uzun saatler sürecek, epey kanlı ve masada kalma ihtimali yüksek bir girişim. Kendini yatırıp kesip biçmek, hatıraların ve eski duyguların karanlık dehlizine dalmak ve oradan sanki dipten kum çıkarır gibi bir “hazine”yle dönebilmek kolay bir iş olmadığı gibi, çıkarılan hazineye edebi bir karşılık bulmak, onu okunabilir kılmak da başka bir mesele.

 

Bunlar üzerine düşünürken aklıma belli sorular geliyor: İnsan bizzat kendisi mevzubahis olduğunda ne kadar samimi, ne kadar dürüst ve ne kadar tarafsız olabilir? Kendisine ne kadar dışarıdan bakabilir? Otobiyografi dediğimiz şey sırf bu yüzden bir kendini yeniden yaratma ve hatta olmuş olanı yeniden düzenleme ve geçmişi okunur hale getirme maksadıyla biraz da yeniden yaratma olabilir mi? Çünkü başka türlüsü olamazmış, böyle bir deliliğe başvurmanın başka bir motivasyonu mümkün değilmiş gibi geliyor bana. Yoksa insan neden kendisinden çıksın yola, kendisinden çıkıp da bir kurmaca metin üretmeye girişsin, olanı biteni tam da dilediği gibi hatırlasın, kayda geçirsin! Her otobiyografik eser biraz da el sıkışmak gibi hem geçmişle hem kendinle; masaya oturup kendine neredeyse yeni bir hikaye yazmak ve bunu yaparken sanki gerçeğin sınırlarını gevşetmek biraz…

 

Mario Bellatin, Türkçeye çevrildiği kadarıyla okuduğum, bu yüzden yazdıklarının sadece küçük bir kısmını bildiğim bir yazar olsa da beni epey etkilemiş, kendisine –şahsına münhasır kurgu biçimi ve kısacık ama dev hikayeleriyle– hayran bırakmış bir isim. Bu nedenle Türkçedeki her yeni kitabı müjdeli haber değeri taşıyor benim için. Yeni bir kitabı daha çevrildi Bellatin’in yakın zamanda: Büyük Cam. (Gerçi bu kitapla eşzamanlı olarak daha önce Türkçeye çevrilmiş Güzellik Salonu da yazarın yeniden düzenlediği biçimiyle bir daha yayımlandı ama ben bu yazıda sadece Büyük Cam hakkında konuşacağım ve bunu yaparken yazarın Güzellik Salonu’yla birlikte Türkçedeki diğer kitapları olan Çin Daması ve Kahraman Köpekler’i de hararetle tavsiye edeceğim.)

 

 

Yenilikçi bir yazar

 

Büyük Cam romanı, adını, Marcel Duchamp’ın bile isteye tamamlamayıp yarım bıraktığı ve o haliyle sergilediği eseri Büyük Cam’dan alıyor. Bilinen o ki, cam üzerine boyanmış bu mühim eser sergileneceği yere götürülürken zarar görüyor, pek çok yerden çatlıyor ve Duchamp’ın isteği üzerine bu haliyle sergileniyor. Yani kusurlu, parçalı ve yaratıcısının yorumuyla artık tam da olması gerektiği gibi… Eser hakkında araştırma yaparken edindiğim bu bilgi, öyle sanıyorum ki Bellatin’in Büyük Cam’ı hakkında da bir şeyler söylüyor: Bu üç parçalı kitap, deneysel bir otobiyografi projesi olarak, türün bilindik sınırlarını aşıyor, kalıpların dışına çıkıyor ve “kendini farklı kimliklere parçaladığı bir kendinden çıkış kurgusu” olarak hayat buluyor. Büyük Cam, kitabın tanıtım yazısında da özetlendiği üzere, Bellatin’i birbirine hiç benzemeyen üç ayrı otobiyografiye bölerek kendisini “özyaşamkurmacalar” içinde yeniden yaratıyor.

 

Mario Bellatin, yazdığı her kitapla tam bir yenilikçi olduğunu ispatlamış bir yazar. Büyük Cam da bu açıdan bir Bellatin metni olduğunu derhal belli ediyor. Kitap üç farklı hikayeden oluşuyor ve ortak bir amaçla yan yana getirilmiş bu üç hikaye, Bellatin’in bir yazar olarak bugüne kadar tüm metinlerinde ele aldığı en karmaşık konuyu –bir kez daha– dert ediniyor: kendisini. Yazar bunu yaparken nesnesi kıldığı kendisini ve özyaşamöyküsünü birbirine ilk bakışta hiç benzemeyen parçalara bölüyor: Önce annesinin onu götürdüğü hamamlarda testislerini sergileyerek kadınlardan armağan topladığı bir oğlan çocuğu olarak karşımıza çıkıyor, sonra üyesi olduğu topluluğun mürşidesinin gerçek hastalığının peşine düşen bir derviş oluyor; son hikayede ise kimliği, cinsiyeti, yaşı, geçmişi ve arzuları durmaksızın değişen, bazen araba avına çıkan bir adama, bazen kırk altı yaşında kukla gösterileri yapan küçük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Büyük Cam bu haliyle yazarının ve merkeze aldığı konunun tam olarak kim ve ne olduğunun kavranmasına izin vermiyor. Böylece Bellatin’in yazar niyetlerinin de öngördüğü şekilde otobiyografik metin, onun kaleminde yeniden biçimleniyor; Bellatin, kendi gerçeğini parçalayıp bazen olumlayarak ve bazen de yalanlayarak –ve günün sonunda deforme ederek– yeni bir kurmaca geçmiş yaratıyor. Kitabı bitirdiğinizde aynı kişiyi merkeze alan üç farklı otobiyografi okumuş olsanız da, okur sezgileriniz sizi –bu da Bellatin’in mahareti olsa gerek–tek bir yaşamöyküsünün ağır duygularıyla ve cevapsız sorularıyla baş başa bırakıyor. Bu bir kusur değil, bilakis metin okura açtığı düşünme boşluklarıyla bittikten sonra da peşinizde dolanmaya devam ediyor ve sizi hem hayat hem de edebiyat hakkında düşünmeye zorluyor.

 

Yazarın Oggito’da yer alan çeviri söyleşisinde de altı çizildiği üzere, “Bellatin’in otobiyografisi hayatımız hakkındaki gerçekliğin doğruları anlatmaktan değil onların dönüşümünden geçtiğini öne sürüyor” ve Bellatin’in “kendi değişken toplumsal kimliğiyle oynamasına” izin veriyor. Kitabın sonunda bu üç temsilin, bu üç otobiyografinin ne kadarının gerçek, ne kadarının yalan olduğunu bilmenin kesinlikle hiçbir önemi yok, diyor Bellatin ve artık aile, ulus ya da kimlik kaynaklı duygusal yüklerinin olmadığından bahsediyor. Sanıyorum Bellatin’in şu sözleri bir otobiyografi yazarı olarak Büyük Cam’da başarmaya çalıştığı ve başardığı şeyi layıkıyla özetliyor: “Yazmadan yazmak… bu yolda atmam gereken ilk adım, Mario Bellatin adındaki yazardan kurtulmaktı.”

 

Büyük Cam, tam bir Bellatin klasiği… Onun tuhaf ve hayran olunası zihninin emarelerinden sadece bir tanesi. Daha neler yazdı/yazacak, merakla bekliyorum.

 


 

 

Görsel: Ömer Faruk Yaman

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.