Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Masadan yarı aç kalkabilirsiniz



Toplam oy: 1204
James Graham Ballard
Sel Yayıncılık
Kabul ediyoruz, bu 'gerçekçi' bir roman değil, ama gerçekçi olmamanız tutarsız olmanızı gerektirmez. Ballard "sürrealistlerin tuvalde yaptıklarını kelimelerle yapmaya" çalışıyor ama Gökdelen'i edebiyat tarihinin unutulmaz canavarlarından biri haline getirmeyi başaramıyor.

J.G. Ballard İngiltere edebiyatının yirminci yüzyıldaki en rahatsız edici isimlerinden biri. Ballard'ın edebiyat tarihinde pek az kişiye nasip olan bir özelliği var: İsmi İngilizcede bir sıfat olarak Collins Sözlüğü'ne girdi: Ballardian. Açıklaması da şöyle: Ballard'ın roman ve hikâyelerinde betimlenen, özellikle distopyan modernite, iç karartıcı insan yapımı manzaralar, toplumsal, teknolojik ve çevresel gelişmelerin psikolojik sonuçlarına benzer ya da çağrıştıran koşullar için kullanılan sıfat.

 

Futuristika'nın yaptığı bir derlemeden öğreniyoruz ki, Ballard Çarpışma, Gökdelen ya da Beton Ada’yı bilimkurgu romanları olarak görmüyor: "Bu çalışmalar modern kurguya hükmeden gerçekçiliğin bir parçası değil. Aslında sadece tek bir gerçekçi roman yazdım, o da Güneş İmparatorluğu. Bence kitaplarım Sade’den gelen ve Genet ya da Celine tarafından taşınan bir başka mirasa dayanıyor. Edebiyatın kötü çocukları yani."

 

Belki de Gökdelen'i değerlendirirken en fazla işimize yarayacak olan cümlesi: "Beni gerçekten neyin etkilediğini sorarsanız, yazarlardan çok ressamlardı. Max Ernst, Salvador Dalí, Giorgio di Chirico, René Magritte. Sürrealistler. Ben onların tuvalde yarattıklarını kelimelerle yapmaya çalıştım."

 

 

 

Romanda en çok dikkat çeken husus da bu "resmetme" çabası aslında. Çok detaylı sahne betimlemeleri olan bir senaryo gibi Gökdelen. Ressamlarla kurduğu yakınlık bilinmese, romanın değerlendirilmesi daha da negatif olabilir.

 

Roman, müthiş vaatkâr bir açılış yapıyor: "Dr. Robert Laing sonradan, balkonunda oturmuş köpek yiyorken, son üç ay içinde bu dev apartmanda gerçekleşen olayları düşündü. Artık her şey normale dönmüşken, bariz bir başlangıcı olmamasına, hayatlarını açıkça daha ürkütücü bir boyuta geçiren belirgin bir noktanın olmayışına şaşırdı. Kırk katlı ve bin daireli, süpermarketli, yüzme havuzlarına ve bankaya ve ilkokula sahip -ki hepsi de gökyüzünde metruktu- gökdelen bol bol şiddet ve kapışma fırsatı sunuyordu."

 

Ballard'ın 1975'te yazdığı romanın Türkiye'de 2012 yılında yayınlanması uygun olmuş. Artık buna benzer çok sayıda gökdeleni bizde de bulmak mümkün. Eğer bu türden toplu konutlardan, özel güvenlikli, havuzlu, spor salonlu sitelerden birinde yaşıyorsanız, Ballard'ın peygamberce öngörülerine hayran kalacaksınız. Bu binaların vaatleri ile içinde yaşanmaya başladıktan sonra gerçekleşenlerin arasındaki derin uçurumun bundan daha mükemmel bir tasviri olamaz. Bu sitelerde kısa bir süre sonra komşular türlü nedenlerle (otopark, asansör, havuz, sosyal tesis vs.) birbirlerini "yemeye" başlarlar. Düşmanlıklar, kamplaşmalar ve kaçınılmaz bir iç savaş! Kariyer sahibi, toplumda "saygın" yerler edinmiş türlü meslek gruplarından koca koca insanların birbirlerine büyük bir nefret ve kin beslemeye başladıklarına tanık olursunuz.

 

 

Gerçekçiliğin zıttı tutarsızlık değil

 

Ancak Ballard'ın 1975 yılında bulduğu bu ham elması yeterince iyi işleyebildiğini, paha biçilmez bir mücevhere dönüştürmeyi başardığını söyleyemiyoruz. Yukarıda bir kısmını aktardığımız, okuru romanın içine çekmeyi başaran açılıştan sonra Ballard kendi deyişiyle "sürrealistlerin tuvalde yaptıklarını kelimelerle yapmaya" çalışıyor ama Gökdelen'i edebiyat tarihinin unutulmaz canavarlarından biri haline getirmeyi başaramıyor.

 

 

 

Kahramanların değişimlerine neden olan psikolojik süreçleri de bize aktarmayı başaramıyor Ballard, aynı şekilde. Kabul ediyoruz, bu 'gerçekçi' bir roman değil, ama gerçekçi olmamanız tutarsız olmanızı gerektirmez. Gelişen olayların önemli bir parçası olarak sunulan besin ve içki tedariki; su, ısıtma, elektrik gibi hizmetlerin tümünün aksaması ve suçların iki bin gökdelen sakininin örtük anlaşması ile polisten ve resmi makamlardan gizlenmesi gibi durumlar gerçekleşiyorken, insanların hâlâ gıcır gıcır elbiselerle işe gitmeleri de aynı şekilde... Detaylardaki tutarsızlıklar, okurun zihninde tutarlı bir roman evreninin oluşmasını engelliyor. İnsanlar radikal biçimde değişiyorlar ama nasıl değiştiklerini öğrenemiyoruz.

 

Öte yandan, Ballard'ın sürekli aynı betimlemelere başvurması, romanda fuzuli bir dolgu malzemesi etkisi yaratıyor. Gökdelende çöplerin ve çöp torbalarının hep aynı biçimde birikmesi, otoparktaki araçların hep aynı biçimde hasar görmesi bıkkınlık vermeye başlıyor.

 

Tüm bunları bir kenara bıraksak bile, eleştirisi yapılan modern toplumun belki de en önemli kurumu olan (dolayısıyla insanların duygu, düşünce ve psikolojileri üzerinde belirleyici bir rolü olan) 'devlet'i, otoriteyi roman boyunca hiç göremiyoruz.

 

Althuserci bir deyişi ödünç alırsak, devletin ideolojik aygıtları yok bu modernitede. Sineklerin Tanrısı'nın adası, devletin ideolojik aygıtlarının uzanamayacağı bir noktadır, dolayısıyla böyle bir eleştirinin muhatabı olamaz. Öte yandan 1984 distopyası, tam da o aygıtın işleyişinin hikâyesidir. Ama gökdelen sakinlerinin bir yandan dışarıda gündelik hayatlarını hiçbir şey olmuyormuşçasına sürdürürken, toplumsal otoriteden soyutlanabileceklerini düşünmek mümkün olamıyor. Gökdelen, bir yandan içindeki farklı fiyat kategorilerindeki, farklı olanaklara sahip daireleri ve bunlardan oluşan katları ile kapitalist toplumun sınıfsal bölünmüşlüğüne göndermede bulunur, bu bölünmüşlük temelinde düşmanlıklar oluştururken; bu sınıfsal yapının olmazsa olmaz bir parçası olan aygıtı hesaba katmıyor. Sonuç olarak kitabın pek çekici arka kapak tanıtımı nedeniyle büyük bir heves ile oturacağınız masadan yarı aç kalkabilirsiniz.

 

Çeviri konusunda bir not: "Maliyet muhasebecileri" muhtemelen "cost accountants" karşılığı olarak birebir çevrilmiş. Romanda kastedilen meslek açısından "denetçi", ya da "finansal denetçi" daha uygun olacaktır.

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.