Woody Allen’ın 2011’de vizyona giren Paris’te Gece Yarısı filminin ana karakteri Gil, hayatını ABD’de senaryo yazarak kazanmakta ve saygı duymadığı bu işi geride bırakıp yıllardır üzerinde çalıştığı kitabı tamamlamanın hayalini kurmaktadır. Ama hayalini kurduğu bir tek bu değildir; 1920’lerin Paris’ine hayranlık besleyen Gil, sık sık o günlerde yaşadığını da düşlemektedir. O günlerde yaşasa hayatını değiştirme sorumluluğunu almasının gerekmeyeceğini ya da bir türlü almadığı bu sorumluluk nedeniyle kendisine artık daha fazla kızmayacağını düşünmektedir belki de... Ernest Hemingway’e ve Fitzgerald çiftine ev sahipliği yapan 1920’lerin Paris’i ona da ihtiyaç duyduğu kafa dengi dostlukları ve ilhamı bolca sunacak, hiçbir güçlükle yüzleşmesine gerek bırakmadan yazmasına imkan verecek “Altın Çağ”dır çünkü. Fakat öyle midir sahiden? Filmdeki bir diğer karakterin ağzından Gil’i yargılar Woody Allen: “Mesele şu ki nostalji inkar demektir. Şimdiki acı veren zamanın inkarıdır. Ve bu hurafeye ‘Altın Çağ Safsatası’ deniyor. Yanlış bir biçimde, geçmiş bir dönemin, günümüzden daha iyi olduğuna inanmak, bu romantik hayal yanılsaması, insanların şimdiki zamanla yüzleşirken zorluk çekmelerinden kaynaklanıyor.”
Paris’te Gece Yarısı filminin ana karakteri Gil, saygı duymadığı işini geride bırakıp yıllardır üzerinde çalıştığı kitabı tamamlamanın hayalini kurmaktadır. Ama hayalini kurduğu bir tek bu değildir...
Üstelik yönetmen, karakterini yargılamayı burada bırakmaz ve olaylar şöyle gelişir: Bir vesileyle Paris’e gelen Gil, her gece yarısı zamanda yolculuk etmenin bir yolunu bulur ve 1920’lere döner. Bu yolculuklar sırasında bir kadınla tanışacak ve bu kadın ona 1920’leri hiç beğenmediğinden bahsedip “Altın Çağ” olarak çok daha öncesine işaret edecektir. Woody Allen bize nostaljinin günümüze has olmadığını, çağlar kadar eski bir “davranış bozukluğu” olduğunu mu söylemektedir? Onu tatmin etmeyen kendi hayatından kaçmanın yolunu, geçmişe veya başkalarının hayatlarına zihnen göç etmekte bulan insana her çağda rastlanabileceğini mi anlatmaktadır? Bir Zamanlar Londra’da’nın yayımlanmasının ardından, Peter Ackroyd’un hayatı ve eserleri üzerinde düşünürken kendime bir yandan da bu soruları sordum.
1949’da Londra’da doğan Ackroyd, İngiliz tarihi üzerine ya da bu tarihten aldığı ilhamla yazdığı biyografi, roman ve eleştirilerle birçok ödül kazandı. The Great Fire of London (Büyük Londra Yangını), Oscar Wilde’ın Son Vasiyeti, Doktor Dee’nin Evi gibi romanları ile Ezra Pound, Edgar Allan Poe, T. S. Eliot, Charles Dickens, William Blake, Thomas More, Geoffrey Chaucer, William Shakespeare ve J. M. W. Turner biyografileri Ackroyd’un bugüne dek verdiği eserler arasında sayılabilir.
Mary Lamb ile kardeşi Charles Lamb’ın hayat öyküsünü yeniden kurgulayarak kaleme aldığı Bir Zamanlar Londra’da da yazarın, Londra’nın hayranlık beslediği kültürüne ve bu kültürün öne çıkan hayatlarına bir kez daha kaçma girişimi olarak nitelenebilir pekala. Üstelik bununla da yetinmiyor Ackroyd; dönemin kadınlarına biçilen rollerin ve otoriter bir anne figürünün altında ezilen Mary Lamb ile edebiyat dünyasında kabul görmenin yolunu dönemin edebiyatçılarına yaranmakta bulan William (Henry) Ireland’in hayatlarını Shakespeare hayranlığında birleştiriyor, Shakespeare’in eserlerine sığınmalarını sağlayarak onları gerçek yaşamın boğuculuğundan kurtarmaya çalışıyor. En iyi bildiği yol bu olduğu için belki de...
Küçük bir arka oda
Peter Ackroyd’un romanını sadece bu bağlamda ele alamayız elbette. Kardeşi Charles ile birlikte kaleme aldığı çocuk kitabı Tales from Shakespeare (Shakespeare’den Masallar) ile ünlenen, aileleri tarafından Charles’a sunulan -eğitim gibi- imkanlardan mahrum kalan Mary Lamb’ın hikayesinden Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sına uzanıyor Ackroyd. “Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler yaşanırdı diye şöyle bir tahmin yürüten” Woolf, “Judith de aynı derecede maceracı, aynı ölçüde yaratıcıydı ve dünyayı tanımak için aynı ölçüde yanıp tutuşuyordu. Ama okula gönderilmedi. Horace ve Virgil okumak bir yana gramer ve mantık okumak gibi bir olanağı dahi yoktu. Arada bir eline bir kitap, belki de erkek kardeşininkilerden birini alıp birkaç sayfa okuyordu. Tam o anda annesi ya da babası içeriye girip çorapları yamamasını ya da pişen türlüye bakmasını ve kitap kağıtla oyalanmamasını söylüyordu,” diye yazmıştı. Bu noktadan hareketle, Woolf dönemin yaygın kanaatine katılmış, Shakespeare’inki gibi bir dehanın bir kadında görülemeyeceğini, böyle bir dehanın köle gibi çalışan, eğitim görmemiş ve hizmet sunmakla yükümlü insanlar arasında doğamayacağını belirtmişti (çev. Suğra Öncü, İletişim Yayınları).
Peter Ackroyd, bizi Shakespeare’in eşsizliği ve kitapları üzerine düşünmeye sevk ederek ilgimizi son sayfaya dek canlı tutmayı başarıyor.
Ackroyd ise akıl sağlığını yitirdiği dönemlerden birinde annesini bıçaklayan Mary Lamb hakkında şöyle yazıyor kitabında: “Charles, Christ’s Hospital’da yatılı okumuştu, her devrenin başında evden ayrılışı Mary’nin içinde öfke ve yalnızlık karışımı tuhaf bir duygu uyandırırdı. Charles arkadaşlık edeceği ve bir şeyler öğreneceği bir dünyaya giderken Mary annesi ve Tizzy’yle birlikte kalırdı. O dönemde, ev işlerini bitirince ders çalışmaya başlamıştı. Yatak odası, tavan arasındaki küçük bir arka odaya kurulmuştu. Charles’ın ona ödünç verdiği okul kitaplarını burada tutuyordu. Kardeşine ayak uydurmaya çalışırdı ama o geri döndüğünde ona yetişip geçtiğini görürdü genellikle.”
Ackroyd’un romanı aracılığıyla dile gelen Mary, hapsolduğu o evden çıkması gerektiğini, evin onu öldürdüğünü söylüyor Charles’a. Bu evdeki yaşantısı, William’ın üzerinde bıraktığı hayal kırıklığıyla birleşerek onu ölüme mi, öldürmeye mi götürecek bunu hikaye gerçek hayatlara yaslandığı için daha en baştan biliyoruz. Ama buna rağmen, tüm karakterlerle empati kurmamızı sağlayarak, bizi Shakespeare’in eşsizliği ve kitapları üzerine düşünmeye sevk ederek ilgimizi son sayfaya dek canlı tutmayı başarıyor Ackroyd.
Bir Zamanlar Londra’da’nın yakın zamanda yayımlanmasını Lamb ailesinin trajik hikayesine değil, Stephen Greenblatt'ın Muhteşem Will adlı kitabının yayımlanması gibi, dalga dalga tüm dünyaya yayılan “Shakespeare 400” etkinliklerine borçluyuz büyük olasılıkla. Yine de Kathy Watson’ın kaleme aldığı, Mary Lamb’in dünyasına biraz daha sokulmamızı sağlayacak The Devil Kissed Her’ün (Şeytan Öptü Onu) de Türkçeleştirilmesini beklemek hakkımız.
* Görsel: Mert Tugen
Yeni yorum gönder