Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Matruşka gibi kitap!



Toplam oy: 803
Afonso Cruz // Çev. Canberk Koçak
Tekin Yayınevi
Sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı? Bu soru Afonso Cruz'un Kokoschka'nın Kuklası isimli romanının temelini oluşturuyor.

Kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişki bağlamında üretilmiş pek çok sorudan biridir; sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı? Oscar Wilde’la özdeşleşmiş bu soru Afonso Cruz’un Kokoschka’nın Kuklası isimli romanının da temelini oluşturuyor. Her ne kadar elimizdeki bir kurmaca metin olsa da, okurun romanın gerçekliği olarak kabul ettiği ana hikayenin içinde ikinci bir kurmaca metin var ve onun da adı ilkiyle aynı: Kokoschka’nın Kuklası. Bu ikinci romanın yazarı, Cruz’un romanındaki karakterlerden biri; Mathias Popa.

 

Kurmaca ile gerçekliğin bu şekilde iç içe geçişi olay örgüsünün esasını oluşturuyor. Kukla da zaten, bu bağlamda, bir metafora dönüşüyor. Roman karakterleri ve gerçek hayattaki herkes birer kukla gibi düşünülebilir, demeye getiriyor yazar. Aslında gerçek hayatın da bir kurmacadan ibaret olduğunu ima ediyor: “Hepimiz birer kuklayız, yalnızca bazılarımız diğerlerine göre biraz daha sahte, bazılarımız ise idolleştirilmiş.”

 

Mathias Popa hayatı boyunca hüsrana uğramış bir yazar. Kimsenin basmak istemediği bir roman yazdıktan sonra, yayınevinde editörün masasının üzerinde duran Thomas Mann imzalı dosyayı araklamış ve kendi imzasıyla yayınlatmış. Fakat roman “tutmamış.” Popa hızını alamayıp bu intihal hikayesini de romanlaştırmış. Ne hikmetse o da tutmamış. 

 

Cruz’un romanındaki bir diğer karakter olan Isaac Dresner ise, bir yayınevi sahibi olarak yıllar sonra Popa’yla bağlantı kurar. Popa, Dresner’le görüşmesinden sonra yeni bir roman kaleme alır. Isaac, “Beni roman karakteri mi yaptınız?” diye sorduğunda Popa, “Hayır,” der, “Bay Dresner, siz benim karakterimin bir karakterisiniz.” Sanatın mı hayatı, hayatın mı sanatı taklit ettiği meselesinin her fırsatta okurun kulağına fısıldanacağına sadece bir örnektir bu. 

 

Hakikatin farklı perspektifleri

 

"Hepimiz birer kuklayız, yalnızca bazılarımız diğerlerine göre biraz daha sahte, bazılarımız ise idolleştirilmiş."

 

 

Böylece Popa’nın yazdığı roman, ana romanı ortadan böler, Cruz’un romanı o bittikten sonra da devam eder. Fakat bu kez Popa’nın anlattıkları Cruz’un romanında gerçekleşmeye başlar!

 

Popa’nın romanı içinde karşımıza çıkan bir hikaye de aynı meseleye götürür bizi. Bir yayınevi yazarına kurmaca yaşam öyküleri yazdırır. Ardından o insanların hayatlarına atıfta bulunan başka kitaplar sipariş eder. Hatta roman karakterlerinin imzasıyla yeni kitaplar da yazdırılır. Böylece kurmaca olan karakterler gerçek birer insana ve hatta yazara dönüştürülür. Konuyu araştıran dedektife şöyle der yayıncı: “Biz, burada hayat üretiyoruz. Kurgu değil, gerçeği yaratıyoruz. İnsanı çoğaltıyor, bir şeyi yeni açılardan görme biçimleri yaratıyoruz. Karakterleri, tarihsel kişiliklere dönüştürüyoruz.”

 

Cruz, “bu yeni görme biçimlerinin” kıymetini romanın başlarında bir ressama şu şekilde açıklatıyordu: “Asıl gerçek olmayan, her şeyi tek bir açıdan resmetmektir. (…) Hakikatin pek çok perspektifi vardır.”

 

Peki kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişki bunların birbirini taklit edip etmemesinden mi ibaret? Gerçeği hangisi daha iyi temsil eder? Yazar, hayatın karmaşasının gerçeği apaçık görmemize izin vermediğini söylüyor. Hikaye anlatıcısının görevinin, hayat denen yığının içerisinden gerçekliği temsil eden olayları çekip çıkarmak olduğunu vurguluyor. Mathias Popa’nın romanındaki kimi tesadüflerin bize fazla gelmesini de buna bağlıyor. Biz aslında hayatın içinde bu şaşırtıcı olayları yaşıyoruz ama hayat “arapsaçı haline gelmiş kablolar” olduğu için onları fark etmiyor ya da unutuyoruz. 

 

Cruz da tam olarak bunu yapıyor; arapsaçının içinden gözüne kestirdiği kabloları çekip çıkarıyor. Sonra da onları herhangi bir zamansal sıralama yapmadan okurun önüne koyuyor. Romanın sonlarında Isaac’ın zamanla ilgili söyledikleri bunun nedenini açıklıyor: “Zaman, geçmişten geleceğe doğru giden bir ok değildir, zamanın, söz gelimi uzay gibi pek çok boyutu vardır. İleriye, geriye gider; ama aynı zamanda yanlara da gider, soldan sağa, sağdan sola ve dikey yönde hareket eder, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya.”

 

Varolmak için öteki

 

Yaratılan bir roman karakteri daha sonra başka bir kurmacanın yazarına dönüşüyor, Cruz’un yazdığı romanın karakterleri Popa’nın da roman kahramanı oluyor. Romanın karakterleri olmakla kalmayıp Cruz’un kurgusunda Popa’nın okuru da oluyorlar. Aslında yazar bu şekilde roman karakterlerine bir hayat vermeye çalışıyor. Onların var olabilmeleri için tanığa ihtiyaçları olduğunu düşünüyor. Ayrıca Cruz roman kahramanı Mathias Popa’yı da bir yazara dönüştürerek ve onun romanını da bir bölüm olarak kurguya katarak aynı şeyi tekrarlıyor. Popa’nın yazarlığını tescilletebilmek için Cruz asıl romandaki karakterleri Popa’nın okuru yapıyor. Tıpkı hikaye içindeki öteki yayıncının yaptığı gibi. Önce kurmaca karakterler yaratılıyor, sonra o karakterlere kitaplar yazdırılarak “bir hayat üretiliyor.”

 

Bunu yapan yayıncının şu sözleri Cruz’un okura vermek istediği mesaja açıklık getiriyor: “İnsanın varlığı yalnızca bir vücuda sahip olmasına bağlı değildir. Bir sosyal hayatının da olması gerekir. Sözcüklere, ruha ihtiyaç duyar. Başkalarının tanıklıklarına gereksinimimiz var.”

 

İşte her iki romana adını veren kukla bu noktada metafor olarak görevini hakkıyla yerine getiriyor. Bu, Kokoschka’nın âşık olduğu kadın tarafından terk edildikten sonra yaptığı bir kukla. Kokoschka, kukla hakkında söylentiler yayarak (hikayeler anlatarak) ona varlık kazandırmaya çalışıyor. Yayıncı Samuel Toth şöyle diyor konuşmasının devamında: “Varoluş, tanıklıklarla, onaylamalarla, hikayelerle ortaya çıkar. (…) Olmak algılanmaktır.”

 

Onaylanmak fiilini anlaşılmak şeklinde de okuyabilirmişiz gibi geliyor bana. Nitekim yine Toth’a atıfla söylersek; “İnsanlar birbirlerini anlayabildiklerinde savaşlar daha zor gerçekleşir.” Zaten Alfonso Cruz’un kurgusu boyunca peşimizi bırakmayan savaş imgesi de bunu hatırlatıyor. Karakterlerin ortak noktası İkinci Dünya Savaşı’nda atılan bombalardan sağ çıkmış olmaları. Belki tam da bu yüzden çabaları insanların birbirlerini anlayabilmelerini sağlamak. Yoksa sağ çıkma nedenleri böyle bir misyona sahip olmaları mı? Hele ki hayat da bir kurguysa!

 

 


 

* Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.