Kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişki bağlamında üretilmiş pek çok sorudan biridir; sanat mı hayatı taklit eder, hayat mı sanatı? Oscar Wilde’la özdeşleşmiş bu soru Afonso Cruz’un Kokoschka’nın Kuklası isimli romanının da temelini oluşturuyor. Her ne kadar elimizdeki bir kurmaca metin olsa da, okurun romanın gerçekliği olarak kabul ettiği ana hikayenin içinde ikinci bir kurmaca metin var ve onun da adı ilkiyle aynı: Kokoschka’nın Kuklası. Bu ikinci romanın yazarı, Cruz’un romanındaki karakterlerden biri; Mathias Popa.
Kurmaca ile gerçekliğin bu şekilde iç içe geçişi olay örgüsünün esasını oluşturuyor. Kukla da zaten, bu bağlamda, bir metafora dönüşüyor. Roman karakterleri ve gerçek hayattaki herkes birer kukla gibi düşünülebilir, demeye getiriyor yazar. Aslında gerçek hayatın da bir kurmacadan ibaret olduğunu ima ediyor: “Hepimiz birer kuklayız, yalnızca bazılarımız diğerlerine göre biraz daha sahte, bazılarımız ise idolleştirilmiş.”
Mathias Popa hayatı boyunca hüsrana uğramış bir yazar. Kimsenin basmak istemediği bir roman yazdıktan sonra, yayınevinde editörün masasının üzerinde duran Thomas Mann imzalı dosyayı araklamış ve kendi imzasıyla yayınlatmış. Fakat roman “tutmamış.” Popa hızını alamayıp bu intihal hikayesini de romanlaştırmış. Ne hikmetse o da tutmamış.
Cruz’un romanındaki bir diğer karakter olan Isaac Dresner ise, bir yayınevi sahibi olarak yıllar sonra Popa’yla bağlantı kurar. Popa, Dresner’le görüşmesinden sonra yeni bir roman kaleme alır. Isaac, “Beni roman karakteri mi yaptınız?” diye sorduğunda Popa, “Hayır,” der, “Bay Dresner, siz benim karakterimin bir karakterisiniz.” Sanatın mı hayatı, hayatın mı sanatı taklit ettiği meselesinin her fırsatta okurun kulağına fısıldanacağına sadece bir örnektir bu.
Hakikatin farklı perspektifleri
"Hepimiz birer kuklayız, yalnızca bazılarımız diğerlerine göre biraz daha sahte, bazılarımız ise idolleştirilmiş."
Böylece Popa’nın yazdığı roman, ana romanı ortadan böler, Cruz’un romanı o bittikten sonra da devam eder. Fakat bu kez Popa’nın anlattıkları Cruz’un romanında gerçekleşmeye başlar!
Popa’nın romanı içinde karşımıza çıkan bir hikaye de aynı meseleye götürür bizi. Bir yayınevi yazarına kurmaca yaşam öyküleri yazdırır. Ardından o insanların hayatlarına atıfta bulunan başka kitaplar sipariş eder. Hatta roman karakterlerinin imzasıyla yeni kitaplar da yazdırılır. Böylece kurmaca olan karakterler gerçek birer insana ve hatta yazara dönüştürülür. Konuyu araştıran dedektife şöyle der yayıncı: “Biz, burada hayat üretiyoruz. Kurgu değil, gerçeği yaratıyoruz. İnsanı çoğaltıyor, bir şeyi yeni açılardan görme biçimleri yaratıyoruz. Karakterleri, tarihsel kişiliklere dönüştürüyoruz.”
Cruz, “bu yeni görme biçimlerinin” kıymetini romanın başlarında bir ressama şu şekilde açıklatıyordu: “Asıl gerçek olmayan, her şeyi tek bir açıdan resmetmektir. (…) Hakikatin pek çok perspektifi vardır.”
Peki kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişki bunların birbirini taklit edip etmemesinden mi ibaret? Gerçeği hangisi daha iyi temsil eder? Yazar, hayatın karmaşasının gerçeği apaçık görmemize izin vermediğini söylüyor. Hikaye anlatıcısının görevinin, hayat denen yığının içerisinden gerçekliği temsil eden olayları çekip çıkarmak olduğunu vurguluyor. Mathias Popa’nın romanındaki kimi tesadüflerin bize fazla gelmesini de buna bağlıyor. Biz aslında hayatın içinde bu şaşırtıcı olayları yaşıyoruz ama hayat “arapsaçı haline gelmiş kablolar” olduğu için onları fark etmiyor ya da unutuyoruz.
Cruz da tam olarak bunu yapıyor; arapsaçının içinden gözüne kestirdiği kabloları çekip çıkarıyor. Sonra da onları herhangi bir zamansal sıralama yapmadan okurun önüne koyuyor. Romanın sonlarında Isaac’ın zamanla ilgili söyledikleri bunun nedenini açıklıyor: “Zaman, geçmişten geleceğe doğru giden bir ok değildir, zamanın, söz gelimi uzay gibi pek çok boyutu vardır. İleriye, geriye gider; ama aynı zamanda yanlara da gider, soldan sağa, sağdan sola ve dikey yönde hareket eder, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya.”
Varolmak için öteki
Yaratılan bir roman karakteri daha sonra başka bir kurmacanın yazarına dönüşüyor, Cruz’un yazdığı romanın karakterleri Popa’nın da roman kahramanı oluyor. Romanın karakterleri olmakla kalmayıp Cruz’un kurgusunda Popa’nın okuru da oluyorlar. Aslında yazar bu şekilde roman karakterlerine bir hayat vermeye çalışıyor. Onların var olabilmeleri için tanığa ihtiyaçları olduğunu düşünüyor. Ayrıca Cruz roman kahramanı Mathias Popa’yı da bir yazara dönüştürerek ve onun romanını da bir bölüm olarak kurguya katarak aynı şeyi tekrarlıyor. Popa’nın yazarlığını tescilletebilmek için Cruz asıl romandaki karakterleri Popa’nın okuru yapıyor. Tıpkı hikaye içindeki öteki yayıncının yaptığı gibi. Önce kurmaca karakterler yaratılıyor, sonra o karakterlere kitaplar yazdırılarak “bir hayat üretiliyor.”
Bunu yapan yayıncının şu sözleri Cruz’un okura vermek istediği mesaja açıklık getiriyor: “İnsanın varlığı yalnızca bir vücuda sahip olmasına bağlı değildir. Bir sosyal hayatının da olması gerekir. Sözcüklere, ruha ihtiyaç duyar. Başkalarının tanıklıklarına gereksinimimiz var.”
İşte her iki romana adını veren kukla bu noktada metafor olarak görevini hakkıyla yerine getiriyor. Bu, Kokoschka’nın âşık olduğu kadın tarafından terk edildikten sonra yaptığı bir kukla. Kokoschka, kukla hakkında söylentiler yayarak (hikayeler anlatarak) ona varlık kazandırmaya çalışıyor. Yayıncı Samuel Toth şöyle diyor konuşmasının devamında: “Varoluş, tanıklıklarla, onaylamalarla, hikayelerle ortaya çıkar. (…) Olmak algılanmaktır.”
Onaylanmak fiilini anlaşılmak şeklinde de okuyabilirmişiz gibi geliyor bana. Nitekim yine Toth’a atıfla söylersek; “İnsanlar birbirlerini anlayabildiklerinde savaşlar daha zor gerçekleşir.” Zaten Alfonso Cruz’un kurgusu boyunca peşimizi bırakmayan savaş imgesi de bunu hatırlatıyor. Karakterlerin ortak noktası İkinci Dünya Savaşı’nda atılan bombalardan sağ çıkmış olmaları. Belki tam da bu yüzden çabaları insanların birbirlerini anlayabilmelerini sağlamak. Yoksa sağ çıkma nedenleri böyle bir misyona sahip olmaları mı? Hele ki hayat da bir kurguysa!
* Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder