Fyodor Dostoyevski, Hans Holbein’in “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”ni gördüğünde “Bu resme bakmak insanın inancına mâl olabilir” der. İsa’yı çarmıhta, oradan indirildiğinde, kan ve acı içindeyken bile “güzel” resmetme geleneğine aykırıdır Holbein’in tablosu. Budala’da İppolit’e söyleteceği gibi, bu haldeki bir bedenin dirilebileceğine inanmak güçtür.
Colm Toibin’in The Testament of Mary’sinin* ana karakteri de inanmıyor. Buna inanmaya en hazır olacak insanken hem de. İnançsızlığının temelinde bir resimden çok daha fazlası var.
Çağdaş İrlanda edebiyatının en önemli isimlerinden Toibin, yaklaşık 100 sayfalık bu novellada Meryem’in hikayesini anlatıyor. Duymaya alışılmışın dışında, inançsız bir Meryem. Hem kitap hem de Broadway’de sahnelenen uyarlamasının tepki çekmesi bundan. Sadece inananlar değil tüm okurların rahatsız edici bulabileceği yanı ise, kurban annesi kültüne karşı çıkması. Toibin romanlarındaki tüm anneler gibi, Meryem de davranması gerektiği gibi davranmıyor. Yani “Kitap Hristiyanlık ile ilgili. Beni açmaz” diyen yanılır.
Havarilere öfke
İsa öldürüleli otuz yıl kadar olmuş. Meryem Efes’te yaşıyor. Oğlu çarmıha gerildikten sonra onu oraya kaçıran, dördüncü İncil’in yazarı olduğunu varsayabileceğimiz Aziz Yuhanna ve yanındaki yabancının can sıkıcı ziyaretleri sıklaşmış. İncil’i yazmakta olan ziyaretçiler, Meryem’den “olanları” anlatmasını ister. Ancak anlattıkları, onların duymak istedikleri değildir.
“Söyleyebileceğimden daha fazlasını söyleyemem. Buna ne kadar bozulduklarının farkındayım. Gülümsemeyi unutmuş olmasam, aptalca anekdotlara ya da basit ve keskin klişelere duydukları bu derin ihtiyaç beni gülümsetebilirdi.”
Onlar yine duymak istediklerini, Meryem’in kelimeleriyle, “kulak verilecek” şekilde yazarlar. Yazdıklarının dünyayı değiştireceğini söylerler.
İsa’nın çevresindekileri, havarileri, hiçbir zaman benimsemez Meryem ve bunu da ziyaretçilerine sakınmadan söyler:
“Etrafına topladıkları, kendisi gibi daha çocuktu. Ya da babasız büyümüş, bir kadının gözlerine bakmaktan aciz adamlardan oluşan bir grup uyumsuz. Kendi kendine gülümseyen, genç olmasına rağmen yaşlı görünen adamlar. ‘Biriniz bile normal değildi’ dedim.”
İsa’ya sitem
Toibin’in Meryem’i asıl oğluna kırgın. Uzaklaşmış. Eve getirdiği havarilere hitap ederkenki “sesinin sahteliğine, tonundaki gösterişe”, onu dinlemeye katlanamadığını anlatıyor.
Ancak Romalılar ve Ferisilerin, İsa ve çevresindekiler ile ilgili rahatsızlığı iyice artmıştır artık. Meryem harekete geçmek ve oğlunu felaketten kurtarmak zorundadır. Bir akrabasının düğünü için Kana’nın yolunu tutar. İsa da orada olacaktır. Planı, onu birkaç gün Kana’da saklayıp Nasıriye’ye kaçırmaktır. Düğünde yanına yaklaşıp “Büyük tehlikedesin. Her adımın takip ediliyor” dedikten sonra planını anlatır. Cevap: Sen de kim oluyorsun be kadın?
Katolik olarak büyümüş bir yazar Colm Toibin. Kurmacasını üzerine oturttuğu “tarihi” olaylarda İncil’e aykırılık bulmak zor. Kilise’ye öfkesini ise gizlemiyor. İşi Kilise’yi, İsa’ya rakip hatta karşı bir güç olmakla suçlamaya kadar götüren Dostoyevski’ninkine benzer bir öfke. The Testament of Mary’de de amacının, Kilise’nin anlatısına meydan okuyup Meryem’i bir insan olarak yazmak olduğunu söylüyor.
Ancak ne bu misyonun ne de “tarihi” bir roman yazıyor olmanın tuzaklarına düşmüş Toibin. O tuzakların birçok yazarı sürükleyebildiği didaktiklikten eser yok. Onlara ne söyletirse söyletsin, karakterleri kanlı canlı, ya da yerine göre kansız cansız insanlar olmaktan bir an bile uzaklaşmıyor.
Doğru tahmin ettiniz, anlatımı hikayeye tercih eden bir yazar. Oluşturduğu dilin kökeninde ise, kendi ifadesiyle sessizlik var. Romanlarında yazı değil düşünce okur gibi hissetmeniz bu yüzden belki de.
Dildeki bu ustalık, Meryem’in gözlemlerinin oğlu ve çevresindekilerden kendine yönelmeye başladığı anlarda ise düpedüz sersemletiyor okuru.
Kendini sorgulama
Karşılaştığı durumlarda bir anne olarak vermesi gereken tepkilerin hiçbirini vermiyor çünkü. Oğlu çarmıha gerilirken, kalabalığın önüne fırlayıp, avazı çıktığı kadar haykırıp, saçını başını yolmuyor mesela. Çarmıhtaki oğlunun son nefesini vermesini beklemeden de oradan ayrılıyor.
Tabii ki sebep gizlenmek zorunda olması. Kalabalığın arasında onu boğmak için bekleyen adamlar var.
“Öyle de olsa, bir anne kendini nasıl tutabilir” sorusuna yanıtı, kurmaca marifetiyle de olsa Toibin’in gerçek arayışının eseri:
“Yıllarca orada ne kadar uzun kaldığım, ne büyük acı çektiğim düşüncesiyle avuttum kendimi. Ancak artık kabul etmeli ve söylemeliyim. Paniğe ve çaresizliğe rağmen, kalbi ve eti benim kalbim ve etimden olmasına rağmen, yaşadığım acıya, hiç dinmeyecek ve benimle mezara gidecek o acıya rağmen, acı bana değil ona aitti. (...) Gerçeğin en azından bir kez söylenmesi gerekiyor bu dünyada.”
Toibin’in Meryem’ine göre çileyi boşuna çekmiştir İsa. Yuhanna “Canını, dünyayı iyileştirmek için verdi” dediğinde, yanıtı “Buna değmezdi” olur. Budala’yı yazmaya, “mutlak iyi” bir karakter yaratmak için koyulan, sonunda karakteri Prens Mişkin’i başarısızlığa mahkum eden ve “dünya tarihindeki tek mutlak iyi insan” dediği İsa’nın da başarısız olduğunu ima eden Dostoyevski gibi.
Tanrı’nın oğlu?
Peki böylesine soğuk mantıklı olabilen bir anne de Toibin’in kurgu yoluyla gerçekçilik arayışına aykırı değil mi? Oğlunun sergilediği mucizelerden, yaşadıklarından bir din yaratmaya çalışılmasına kadar, geleceğin hakim anlatısına bu kadar mesafeli duran bir kadın, İsa’ya hamile kalması mitine nasıl yaklaşıyor acaba?
Bu gibi sorularla, Toibin gibi bir yazarın boşluğunu yakalamaya çalışmak hüsranla sonuçlanıyor:
“Konuşurlarken (Ziyaretçileri O’nun Tanrı’nın oğlu olduğunu anlatırken) gülümsedim. Çünkü ona hamile olduğum günlerle gelen nur ve lütufa ilişkin doğru bir şeyler biliyor gibiydiler. Bir kez olsun, şevk ve inanmışlıkları hoşuma gitti.”
* 2012'de yayınlanan kitap henüz Türkçeye çevrilmedi. 2013'te Man Booker'a üçüncü kez aday gösterildi, ancak kaybetti.
colm toibin'i hep çok merak ederdim, bu yazıdan sonra bir koşu kitabı alıyorum. yaşa sabitfikir
Yeni yorum gönder