Yazarın biri, bir gün, ünlü Villa Medici’nin kütüphanesinde araştırma yaparken, Michelangelo’nun biyografisinde az bilinen bir detay yakalar. Osmanlı Sultanı II. Bayezid tarafından, Michelangelo’ya yazılmış bir mektuptan, İstanbul’da bir köprü inşa etmek üzerine bir iş teklifinden söz edilmektedir. Böyle bir davet gerçekten var mıdır? Michelangelo İstanbul’a gelmiş olabilir mi? Gelse, duyardık değil mi? Bu sorular bir yandan kafanızı kurcalasın ama önce kimmiş bu yazar, tanıyalım.
Anti-oriantalist Sarkozy Fransası’nın aykırı sesi
Mathias Énard, merak edilmesi gereken bir yazar. Çağdaş Fransız edebiyatının ilginç, yüzünün doğuya dönüklüğüyle belki de anti-oriantalist Sarkozy Fransası’nın aykırı sesi. 1972 doğumlu olmasına karşın şimdiden 5 romanı yayımlanmış. Nedense, gençlik ve üretkenlik, iş yazarlığa gelince, şaşırtıcı bir özellik olarak dipnot düşülüyor. Ben de bu yargıya varıyorum, biraz suçlu, biraz kıskanç.
Mathias Énard’ın en büyük yazarlık gayreti ve rüştünü ispatladığı eseri kuşkusuz 2008’de yayımlanan Zone adlı romanı. Zone, tek bir cümleden oluşan, nokta ve birkaç tane dışında hiç virgül kullanılmadan yazılmış 500 sayfalık bir roman. İnce dataycılığıyla Homeros’a, bilinç akımı tekniği kullanımıyla James Joyce’a selam eden bu eseri, eleştirmenler, asla yolunu kaybetmeyen esnek bir metin olarak alkışladılar.
Sözcükleri birbirinden ayıran, aralarına sınırlar koyan noktalama işaretlerini kaldıran Énard, kitabın ana teması olan ırklar, milletler, ülkeler arası sınırların da istenilirse kaldırılabileceğini savunuyor. Şekilciliğin ve yazım tarzının temaya bu denli müdahale etmesine karşın, temayı yitirmemesi Zone’u bol ödüllü bir başyapıt kılıyor. Çevirisi şüphesiz zorlu bir macera olacak bu romanın kısa sürede Türkçe’ye kazandırılmasını ümit ediyorum.
Yazarı Türkçe’de tanımak için bu roman biraz talihsiz bir seçim.
Şimdilik elimizde, Mathias Énard’ın son romanı, Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara var. Yazarı Türkçe’de tanımak için bu roman biraz talihsiz bir seçim. Çünkü roman, 1500’lerin İstanbul’unda geçiyor, dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Rönesansçının gözlemleriyle anlatıyor. Beğenilmeye aç bir dürtüyle, Türkler’den övgüyle her söz edeni can benimsemek, ya da eleştiri okunun ucuyla biraz dokunana düşman kesilmek, umarım bu kitabın okuyucusunda olmayan duygular olur. Taraf tutmadan okumak gerek bu romanı da, tüm okumalar gibi.
Énard’ın, şekilci ve özel seçilmiş yazım tarzı, kitabın temasına hizmet etme gayretleriyle kendini Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara’nın satıraralarında da gösterecek. Ama henüz kitabın başını bile anlatmaya başlamadım. Biraz sabır.
Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara bir İstanbul efsanesi
Ünlü heykeltraş Michelangelo, II. Bayezid’in daveti üzerine, Haliç’e bir köprü tasarlamak için İstanbul’a gelir. İstanbul, ilk başlarda, kendisini gözden çıkaran Papa’dan kaçmak ve saklanmak için ideal bir mekândır. Ancak, ürkekliğini yenip sokak sokak keşfettiğinde, büyüleyici bir ilham kaynağı olacaktır bu gizemli şehir Michelangelo’ya. Bu keşiflerinde rehberi ve yoldaşı Priştine’li şair Mesihî ile arasında gelişen homoerotik ve platonik ilişki Michelangelo’yu özgürleştirip kurtaracak, fedakâr şairin yalnız ve mutsuz sonunu hazırlayacaktır.
Batılı Michelangelo ile, doğulu Mesihî’nin bu mecburi ilişkisi, hayata, sanata ve yaratıcı sürece farklı bakış açıları Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sini akla getiriyor. İki roman arasında bir kıyaslama, başka bir eleştiri yazısı konusu olurdu.
Bir roman kahramanı olarak Michelangelo
Michelangelo’yu ne kadar tanıdığınızın; eserleri, Rönesans’taki yeri hakkındaki bilginizin hiç önemi yok. Onu sadece bu romanın kahramanı olarak kabul etseniz de, hikaye tıkır tıkır işliyor. Yaşamına ait verilen tarihi detaylar, gerçek olsa da, olmasa da, kitaptaki Michelangelo karakterini kafamızda canlandırmaya yardımcı oluyor. Hikaye öyle bir kurulmuş ki, anlatıcıya hemen teslim oluyor, inanıyor okuyucu. İnanıyor, çünkü, Michelangelo kusurlu, ölümlü, egosu olan bir insan. Öfkelenince “iki vazoyla majolika bir tabak kırıyor.” Bu detay anekdotun gerçekten olup olmadığını kurcalamanın bir anlamı yok.
Ortaya çıkan son derece sevimsiz bir adam aslında. Bir kere çirkin, yaşlı, elleri nasırlı, pis kokuyor. Cimri, paragöz, yalancı. İyi bir sanatçı olduğu kadar kötü bir tüccar. Otorite, güç ve iktidardan nefret ediyor ama bir pervane gibi otoritenin etrafında dolaşmaktan, en güçlülerden takdir ve ödül beklemekten kendini alamıyor.
İyi bir gözlemci, detaycı ama yabani, müdahil olmuyor. Mükemmeliyetçi, çalışkan ve kıskanç. Kalıcı, sert, eğilip bükülmez, yenilmez olduğu için mermeri ve çeliği seviyor. Aslında, yaratıcılığa ucundan kıyısından bulaşmış herkesin ortak özellikleri bu sıfatlar.
Zevk kavramını tiksindirici buluyor. Ne yemek yemekten zevk alıyor, ne içki içmekten, ne diğer keyif verici maddelerden. Kendini zevke vermiş insanları gözlemlerken iğreniyor. Ancak, şair Mesihî’nin gözünde bir arzu nesnesi olduğunu hissedince, arzulamanın ve zevk almanın ne kadar özgürleştirici olduğunu keşfediyor. Yaratıcılığında hiç ulaşmadığı yüksekliklere ulaşıyor bu sayede.
Yurtsuz şair Mesihî
Şair Mesihî, yılansı kıvrımlarıyla sayfayı dolduran Arapça dizeler gibi.
Énard, Michelangelo’nun sert, katı, kuralcı, sevgisiz kişiliğine karşı kurgulamış bu doğulu şair karakterini. Priştineli Mesihî, yurtsuz biri. O nedenle hiçbir şeyin kalıcı olmadığına inanıyor. O anlık zevklerin, anlık saptamaların peşinde. Akışkan bir karakter, okuduğu şiirler, mürekkeple yazdığı yılansı kıvrımlarıyla sayfayı dolduran Arapça dizeler gibi. Michelangelo’yu, Michelangelo’nun kendisini sevdiğinden daha çok seviyor. Michelangelo yarattığı eserleri idolleştirirken, Mesihî, Michelangelo’yu idolleştiriyor.
Mesihî’nin tam anlamıyla doğu kültürünü sembolize ettiğini söyleyemeyiz. Tıpkı Michelangelo karakteri gibi, Mesihî de kusurlu, insana mahsus yanılgıları olan bir karakter. Gölgeleri tarihi kişilikler olsa da bu karakterlerin, unutmayalım ki bir romanın içindeyiz, hâlâ.
Mesihî aşka inanıyor, tanrıya değil. Şiirlerinde aşktan ilham alıyor. O nedenle aşıkken, günah işlediğini düşünmüyor. O da en az Michelangelo kadar kıskanç. Michelangelo, tanrısal mükemmeliyete daha çok yaklaşan Da Vinci’yi kıskanırken; Mesihî Michelangelo’nun bedeninde kendisinin tadamadığı zevki bulan Endülüslü dansözü kıskanıyor.
Güç, iktidar ve paranın sanatla ne igisi var?
Zaman ne zaman olursa olsun, güç iktidar ve para yine başlıca aktörler roamnda. Sanatçılar bile bu çarka uymak zorundalar, kurban olmamak için. Cimri Papa’ya küserek, İslamiyet’in merkezine kaçan Michelangelo’da biliyor oyunun kuralını. Ancak burada da, iş bitene kadar parasını ödemeyen II. Bayezid’in elinde oyuncak oluyor. Tekrar Papa’ya yaranmak için Ayasofya’nın planlarını gizlice İtalya’ya yolluyor.
Sonunda, iki taraflı oynayan tüccar Arslan’ın kurduğu tuzağa düşüp, köprüyü bitiremeden ülkesine geri dönüyor. Zaten, öyle iki kültür arasında bir köprü inşa etmek gibi ulvi bir amacı yoktu. Para için yapacaktı köprüyü, bir de Da Vinci’den daha ünlü olabilmek için. Bütün bunların sanatla ne ilgisi var?
155 sayfalık romanda, sanatı yeniden tanımlamaya yer yok, ama iki sav var.
Mathias Énard, sanatı unutmuyor ama. Kendinden önce binlerce yazarın ve düşünürün yaptığı gibi, sanatta güzellik, mükemmeliyet ve kalıcılık kavramlarını sorguluyor, tanımlıyor. Ne yazık ki yeni bir şey söylemiyor. Zaten 155 sayfada biten romanda, söyleyecek yeri de yok.
Sadece Michelangelo ve Mesihî karakterlerini kullanarak iki savı çarpıştırıyor yazar:
Michelangelo’ya göre mükemmeliyet, güzellik ve işlevin ideal dengesinde gizli. Bu denge yakalandığında eser kalıcı olur, tanrısal olur çünkü tanrı insan anatomisini yaratırken ulaşmıştır bu dengeye. Mesihî’ye göre ise insanın yaptığı hiçbir şeyin kalıcı olması mümkün değil. Zaman ve doğanın gücü her şeyi silecektir. İnsanoğlunun yeryüzünde bir iz bırakması mümkün değil. Kalıcı olan tek şey insanların birbirine anlattığı, ozanların kurguladığı hikayelerdir. Çünkü hikayeler anlatıldıkça, her şeyin yeniden yapılması, olayların tekrar etmesi mümkündür.
Hangi sav mı kazanıyor?
Şu anda İstanbul’da Michaelangelo’nun tasarlayıp yaptığı bir köprü olmadığına, olmuş olsaydı bile 1509 depreminde yok olacağına göre, geriye sadece bu efsane kalıyor. Biz bu hikayeyi okudukça, hatırladıkça da var olacak. İşte bu yüzden, yazının girişinde sorduğum, “Acaba Michaelangelo gerçekten İstanbul’a gelmiş miydi?” sorusuna yanıt aramanın, tarih dedektifliği yapmanın bir anlamı yok.
Kitabın adının geçtiği bölüm de bu savı ve yazarın içindeki tanrı kompleksini destekliyor. “İnsanların umutsuzluklarını öfkeyle, korkularını aşkla savan çocuklar olduklarını biliyorum… Hikayelere tutunuyor, bir sancak gibi onların peşine takılıyorlar… Savaşlardan, krallardan, fillerden ve olağanüstü varlıklardan bansederek, ölümden sonraki mutluluğu…anlat onlara; seni seveceklerdir; sen tanrıya eş koşacaklardır.”
Heykeltraş Énard
Énard’ın şekilci yazım tarzı, mermerin içindeki heykeli çıkarana kadar gereksiz bölümleri yontup atmak gibi.
Hikayenin kalıcı olduğu savı kazanmış görünse de, güzelliğin ve işlevin arasındaki denge kaygısı kitabın cümle yapısında ve paragrafların sayfaya yerleştirilirkenki beyaz alan kullanımında karşımıza çıkıyor.
Bir sahnenin anlatımında, di’li zaman ve şimdiki zaman kullanımı arasındaki gelgit bir yazım mühendisliği çalışması. Anlatıcının kah gözlemci, kah kafa sesi olabilmesi metne ivedilik katıyor.
Çok fazla konu ve büyük kavramlarla ilgili olma iddiası da olsa, roman inadına kısa. Boş alanlar bile var sayfalarda. Tıpkı heykeltraşın, heykeli mermerin içinden çıkarmak için gereksiz bölümleri yontup atması gibi. Parça parça, çanak çömlek kırıkları gibi izlenimler, büyük resmi oluşturmayı başarıyor. 155 sayfayla boyundan büyük işlere kalkışmış bu roman. Ama ağızda sanki 400 sayfa okumuş gibi zengin bir tat bırakıyor.
Gelmemiştir.
Yeni yorum gönder