Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Miles Davis: "Hepsiydim ve fazlasıydım…"



Toplam oy: 937
Miles Davis, Quincy Troupe
Encore
Miles Davis otobiyografisi, içinde müziği hissedebileceğimiz, ölümün ve yalnızlığın kol gezdiği dünyada sizi yine müzikle cesaretlendirecek bir metin.

"Şu dışarıda öten kuşları duyuyor musun Miles? Bu kuş başka kuşların ötüşünü taklit eder. Kendine ait bir ötüşü yok. Başkalarının ötüşünü taklit eder. Sen bunu yapma. Başkasını taklit etme, kendin ol. İşin özü bu. Kendinden başkası olma…"

 

Kelimeleri müziğiyle dolduran metinleri okumanın ayrı bir lezzeti oluyor. Üstelik hayata ve müziğe yaklaşımını, başkalarını tavlamaya ihtiyaç duymaksızın, kendi sesini arayarak dönüştüren bir deha için…

 

Bazen bir kitap, öncü işaretlerle hayatımıza gireceğini müjdeliyor. Rüyaları yorumlamak gibi, bu uyaranları birleştirmek ve yeni edindiğimiz bilgiyle yaşamımıza devam etmek, zengin bir okuma pratiğinin yaşattığı en önemli tecrübe. Oliver Sacks'ın Müzikofili adlı metni gibi, bizzat müziğin baş karakter olduğu metinler, bambaşka lezzetler bırakıyor müziksever okuyucuda.

 

 

Az önce bahsi geçen öncü işaretlerle hangi göstergeleri ifade etmeye çalışıyoruz? Yakın zamanda yeni sezonu ile ekranlardaki yerini alan Homeland dizisinin yaman CIA ajanı Carrie'nin bir Miles Davis hayranı olduğu bir işaretti örneğin; dizinin müziklerinde imzası bulunan Polonyalı trompetçi Tomasz Stanko (hem Davis ile hem de onun eşi olan aktris Cicely Tyson ile çalışır) haziran ayında 21. İstanbul Caz Festivali'ne konuk olmuştu. Bunlar metinle eş zamanlı gelişen referanslardı. Bununla birlikte Miles Davis'in ilk Paris seyahatinde aşk yaşadığı Fransız şarkıcı Juliette Gréco'ya bir Otto Preminger (Bonjour Tristesse,1958) filminde tesadüf etmek de metni daha heyecan verici kılan çarpıcı ayrıntılardandı. Bütün bunlar Davis'in anlatımıyla bir araya geldiğinde 50'li ve 60'lı yılların ruhunu dokuyan sosyal ve kültürel değerlerin bir aynası oluyor metin.

 

Miles Davis'in Quincy Troupe ile birlikte kaleme aldığı otobiyografisi, Zeitroman havası taşıyor. Davis çocukluğunu, içinde yetiştiği ve şekillendiği ailevi değerlerini ve Amerika'nın atmosferine hakim olan toplumsal ve politik olguları dökümantarist bir tavırla okuyucuya aktarıyor. Miles Davis bu rolü üstlenirken aslında kendisinden bir roman kahramanı da tasarlar. Anlattıkları onun öz yaşam öyküsü olmakla birlikte, okuyucuya her an orada olduğunu hissettiren ve onu dinleyici olmaya mecbur kılan ikinci tekil kişi hitabından metin boyunca vazgeçmez. Aslında bu üslup bizi, dertleşmenin hatta bir parça magazin söyleminin de cazibesiyle modern zamanların dinlencesi ile karşı karşıya bırakır. Plaklarına, oyunculuklarına, aşklarına, tarzlarına hayran olduğumuz popüler ikonların bambaşka yönleriyle karşılaşmak bizi onlara daha da yakınlaştırır. Miles Davis kendisinin de kabul ettiği uzlaşmaz ve sözünü esirgemez duruşunu metin boyunca koruyarak, döneminin önemli isimlerinden bir insan mozaiği tasarlar. John Coltrane'den Jean-Paul Sartre'ye, Marlon Brando'dan Billie Holliday'a, Jimi Hendrix'ten Marcus Miller'a uzanan pek çok ünlü isim geçer Miles Davis'in hayatından. Her biri ayrı dokunuşlarla usta trompetçinin yaşamında derin izler bırakır, kendi perspektifinden gördükleriyle bizi sınırladığı bu anlatılarda okuyucu ister istemez, diğer isimlerin söyleyeceği sözlerin neler olabileceğini de merak ediyor.

 

Miles Davis deneyimlerini aktarırken ister istemez hasıl olan bu sınırlayıcı anlatıma rağmen, benimsediği tarafsızlık dolayısıyla okuyucuda metne güven ve teslimiyet duygusu yaratmayı başarıyor. Onun, yirmi bölümden oluşan kitabın her satırında kararlılıkla vurguladığı üzere, hayranlarını veya okurunu tavlamak gibi bir niyeti yok. Kafasındaki müziği arayan ve çok çalışan bir adam var yalnızca. Miles Davis müziğini içinde duyan herkes, onun sık sık üstünde durduğu, müzikteki yaratım esnekliğini yorumlarında deneyimliyor olmalı. Geleneksel ve egemen formların içine hapsolmayan bir arayışla yapıyor müziğini Davis. Çünkü ona göre "Büyük müzisyen esnek olabilmeli." Ve son dönem müzisyenlerden, bir varis olarak değil de muadil olarak gördüğü Prince'in bu esnekliğe sahip olduğundan bahsediyor, adı gibi bir prens olduğundan…

 

"Müzik kanıma girmişti ve duymak istediğim tek şeydi. O orkestranın çalış şekli duymak istediğim her şeydi."

 

Amerikan kültürü, 50'li ve 60'lı yılların ruhunu yansıtan tüm detaylarıyla Miles Davis'in anılarında yeniden canlanır. Harlem'in, torbacıların ve uyuşturucu çetelerinin baskısı altında ezilmeden önceki canlı müzikal sahneleri, caz kültürü, Paris'in eğlence hayatı, güzel kadınlar, şık erkekler, toplumun üzerine veba gibi çöken ırkçı eylemler, Martin Luther King ve daha pek çok ayrıntı Miles Davis'in zihninde dolaşmamıza imkân tanırken, müziğine dokunan atmosferi anlamamızı sağlayan önemli bir tarihi dekor görevini de üstlenir. Dizzy Gillespie, Louis Armstrong, Thelonious Monk, Tony Bennet, Sarah Vaughan, Nat "King" Cole, Frank Sinatra gibi pek çok müzisyen ve yorumcunun, müzikal tarzını oluşturmasındaki etkilerine biz de tanıklık ederiz. Bebop, blues, gospel, funky ve ritim metnin içine kendi seslerini yerleştirerek müzikli bir okuma yapmamızı da salık verir aynı zamanda.

 

Biricikliğe adanmış bir deha

 

Müziğine, kendi sesinin ve olanaklarının biricikliğine adanmış bir deha Miles Davis. Ancak özel hayatında aynı ritmi her zaman yakalayamaz. Ayrımcılığın had safhalarda yaşandığı gelenekçi bir toplumda sık sık öfke kontrol sorunları yaşar. Dönemin pek çok ünlü ismini baştan çıkartan uyuşturucu fetişizmiyle erken tanışır. Bunun sıkıntılarını bir ömür boyu da taşır üstünde. Uyuşturucu gibi kadınlar da bu egzotik görünümlü adamı yalnız bırakmazlar. Güzel şeyleri takdir etmesini bilen bir erkektir Miles Davis. Âşık olur her daim, sever sevilir.

 

Eşi Serpil Hanımın tanışmadan evvel Yusuf Atılgan'a ilişkin bir sezgisi vardır: "Hem çok hoş biri, hem tekin değil bu adam dersiniz. Korkutucu bir yanı vardır. Belki yaklaşabilirsiniz, belki elde edebilirsiniz ama sonuna kadar da problem olacak biri olabilir…"* Tam da bu adamdır Miles Davis de; çok kadın girer hayatına ancak kadınlara olmasa da aşka sadık kalabilen dürüst biridir. Metni okurken bu ayrıntılar –hiç değilse kadın okurları- rahatsız etmez, çünkü zihninin içinde gezmemize fırsat tanır. Kendisini anlayabilen ve ifade edebilen biridir o, kimse kafasında Davis'i kurmaz bu sebeple.

 

Öte yandan bilinmek ister o, allanıp pullanmış yaşanmışlıkların sarhoşluğuna kapılmadan, kendinden, müziğinden, dünyayı duyduğu seslerden bir yaşam çıkarır, bizi de bir kahve ile koltuklarımıza mıhlayarak…

 

Yirmi bölümden oluşan Miles Davis otobiyografisi, ekler kısmındaki diskografi ile sona eriyor. İçinde müziği hissedebileceğimiz, ölümün ve yalnızlığın kol gezdiği dünyada sizi yine müzikle cesaretlendirecek, ilgiyle okunan bir metin. Encore yayınlarından çıkan kitap, Avi Pardo'nun çevirisiyle raflarda yerini almış bulunuyor. Miles Davis'in anlatımda kullandığı argo jargon, Pardo'nun çevirisinde yerel bir tat kazanmış, rahat okunmasında etkili olmuş. Üstelik okuma pratiğimizi bir Miles Davis yorumu olan Then There Were None veya Tomasz Stanko yorumu Terminal 7 (Homeland soundtrack) ile müzikal bir lezzete dönüştürme fırsatımız da var.

 

* http://gnsbor.blogspot.com.tr/2014/06/yusuf-atlgan-ve-esi-serpil-hanm.html

 

 


 

 

* Görsel: David Lloyd Glover

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.