Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Mimarlık ve mimarlığın ütopyaları



Toplam oy: 220
Peter Stamm // Çev. Regaip Minareci
Nebula
Yedi Yıl, iyi düşünülmüş, iyi kurulmuş bir kitap. Michael Haneke filmlerinde sık sık gördüğümüz, Orta Avrupa’nın iyi eğitimli, kozmopolit, müreffeh ailelerinin görünüşteki mükemmelliklerinin altında yatan gerilimleri işliyor.

1963 doğumlu İsviçreli yazar Peter Stamm, çağdaş Almanca edebiyatın başarılı isimlerinden. Romanları, tiyatro eserleri, radyo oyunları ile tanınıyor, pek çok ödülü var. Muhasebecilik ile başlayan hayatının yönünü –bir süre psikiyatri çalıştıktan sonra– edebiyata ve gazeteciliğe çevirmiş; edebiyatıyla günümüz meselelerini, insan ruhunun bugünlerde yaşadıklarını anlatmaya çalışıyor. Dilde süsü azaltmaya dayalı, güçlü bir anlatımı var: Metni kısa cümlelerle, doğrudan konuşmalarla kurarak olan bitenin tümünü, ilişkilerin arka planını okurun zihninde canlandırmasını sağlıyor. İthaki Yayınları’ndan çıkan Böylesi Bir Günde ve Uçuyoruz’dan sonra, Türkçedeki üçüncü kitabı Yedi Yıl, yakın bir zaman önce Nebula tarafından yayımlandı.


Yedi Yıl, iyi düşünülmüş, iyi kurulmuş bir kitap. Michael Haneke filmlerinde sık sık gördüğümüz, Orta Avrupa’nın iyi eğitimli, kozmopolit, müreffeh ailelerinin görünüşteki mükemmelliklerinin altında yatan gerilimleri işliyor: Çok güzel bir kadın, çok yakışıklı bir adam, ikisi de mimarlık öğrencisi, görmüş geçirmiş bir dostlarının da hafifçe itelemesiyle birbirlerini bulup evleniyorlar, başarılı bir mimarlık bürosu kuruyorlar, işleri yolunda gidiyor. En azından en başında. Tüm yıllar boyunca, beğenmedikleri, burun kıvırdıkları ne varsa sembolize eden bir güç –göçmen, zevksiz, fakir, sofu– hayatlarına eşlik ederek hayatlarını belirliyor.

 

 

Kitap boyunca bir tema olarak süren mimarlık ve mimarlığın ütopyaları, kitabın önemli metaforlarından biri: Hayat, Le Corbusier’nin içinde yaşamak için makine mantığıyla tasarlanmış evlerinin mükemmelliğiyle işbirliği yapmıyor bir türlü. Le Corbusier’nin şiarlarına bağlı kalarak kurulan hayat, beklenen sonuçları vermiyor. Oyunu kurallarına göre oynadıklarını, kazandıklarını sananlar bir anda halının altlarından çekiliverdiğini görüyorlar. Kitap, Berlin duvarının yıkılışı ve Doğu Almanya’daki inşaat hamlesinin iyimserliği ile başlayıp 2008 krizlerine ulaşırken, bir yandan da Eski Ahit’teki Yusuf hikayesinin 7 yıllık bolluk ve 7 yıllık kıtlığını yankılıyor.

Stamm çok iyi tanıdığı, belli ki içinde yaşadığı Avrupa refahının insanları mutlu edemediğini, insanların bu ideallere uymaya çabalarken tökezlediğini, oysa burun kıvırılan, eskide kalan o hayatların daha sağlam olabileceğini söylemek istiyor sanki kitabıyla. Tevrat’ın arzu edilmeyen kadını Lea’nın eşdeğeri olan Iwona (bu karakterde bir Gombrowicz karakterinin yansıması da var), Hıristiyanlık doktrininin kişileşmiş hali gibi: Her türlü aşağılanmaya katlanıyor, hiçbirşey beklemiyor, herşeye sabrediyor, yalnızca inancı var; uzun yılların sonunda ödüllendiriliyor da. Oysa, Stamm’ın da psikiyatri pratiği esnasında mutlaka karşılaşmış olduğu gibi, gerçek hayat çok daha acımasız olabiliyor, hayatın silleleri insanların inancına, sabırlarına karşı tümden kayıtsız olabiliyor: Iwona’nın kararlılığı ve inancına karşı, Voltaire’in eşit derecede inançlı Candide’inin başına gelenleri de hatırlatacak bir şüpheciye ihtiyaç duyuyor olabilir kitap.

Kitabı, Almancadan 60’tan fazla çevirisi olan, kendisi de kitabın açılışındaki Münih’in öğrenci hayatını yaşamış Regaip Minareci büyük bir ustalıkla, özenle, dilin katmanlarına, renklerine dikkat ederek çevirmiş. Minareci’nin çevirisi genç çevirmenlere örnek olacak nitelikler taşıyor. Bu ilginç, derinlikli, güçlü yazarı Türkçeye getirdikleri ve bize tanıttıkları için Minareci’ye özenli, zevkli edisyonları için Nebula’ya teşekkür borçluyuz.

 

 

Görsel: Gabriel Garcia Marengo (Unsplash)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.