Batı edebiyatı ağırlıklı bir tedrisattan geçen, edebiyat tarihi ve incelemesiyle ilgilenen herkesin karşısına bir noktada çıkar bu sözcük: "Mimesis". Platon'un Devlet'inde hakikat arayışında bir araç olarak üçüncü sıraya koyduğu, Aristoteles'in Poetika'sında sanatta temsil sorunu olarak sunduğu bu kavram, edebiyat tarihi ve yorumculuğunun en önemli başvuru metinlerinden birine de adını vermiştir. Edebiyat öğrencilerinin okuma listelerinin demirbaşlarından biri olan Erich Auerbach'ın Mimesis-Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili adlı kitabı, 1946’da yayımlanmasına rağmen bugüne kadar Türkçeye çevrilmemişti. Sonunda yapıtın Almanca orijinalinden dilimize kazandırılmakta olduğu haberini aldık ve tam da bu arefe döneminde Mimesis üzerine bir çalışma yayımlandı. Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü profesörlerinden Fatma Erkman-Akerson, Mimesis'i Okumaya Başlarken adlı eserini "bir özet denemesi" olarak sunuyor. Mimesis'i hâlâ bir başvuru metni olarak okumaya devam eden ve ilk kez okuyacaklar için kılavuz niteliğinde bir kitapla karşı karşıyayız.
Erich Auerbach, Nazi rejimi sırasında Almanya'da barınamayan ve pek çok meslektaşı gibi Türkiye'ye davet edilen Yahudi bilim insanlarından biri. İstanbul Üniversitesi Roman Filolojisi'ndeki görevinden ayrılan Leo Spitzer'in, yerine kendisini önermesi üzerine 1936'da İstanbul'a geliyor ve 1948’e kadar bu kürsüde görev alıyor. Mina Urgan, Azra Erhat, Güzin Dino gibi Türkiye'nin Batı edebiyatı ve kültürü çalışmalarında en önemli isimlerine hocalık ediyor. Fatma Erkman-Akerson, önsöz bölümünde Auerbach'ın öğrencisi olma şansını edinmiş annesinden, çocukken onunla nasıl tanıştığından bahsedip Auerbach'ın kendisi ve annesi üzerinde bıraktığı etkiyi vurgularken, bizleri Auerbach'a satır aralarından bakmaya da davet ediyor.
Bu kitap, yazarının da belirttiği gibi Auerbach'ın Mimesis'ini eleştirel bir tutumla ele alan bir çalışma değil; bir özet denemesi, Mimesis için bir ön okuma niteliğinde. Auerbach'ın Batı edebiyatı tarihinde Tevrat'tan başlayıp Virginia Woolf'a kadar sürdürdüğü kronolojik çizgiyi, gerçekliğin temsili "mimesis" sorununun tarih içinde nasıl evrelerden geçtiği ve bunun edebi metinlerde nasıl gözlemlenebileceği yolunda bir yaklaşımla takip ediyoruz. Auerbach edebiyat eleştirisinde izleyeceği yolun, seçtiği metinlerin yazarlarının ve tarihsel koşullarının incelenmesinden geçmediğini, kendisine bir motif belirlemesi gerektiğini söylüyor ve eleştirisinin temeline, sanat felsefesinin hem kadim hem güncel konusu olan "mimesis" sorununu yerleştiriyor.
Auerbach'ın gerçekliğin temsilinin izini sürdüğü bu tarih çizgisinde bireyin ortaya çıkışı ve insan gerçekliğinin temsiline özel bir hassasiyet gösterdiğini görüyoruz. Bununla birlikte Auerbach metinlerin tarihle olan ilişkisi, olay örgüsünün kurgulanma biçimi ve çözümlenebilirliği gibi konuları da değerlendirme ölçütü olarak ele alıyor. Tevrat'tan bir bölüm ve Odysseus'u karşılaştırdığı bölümden itibaren bu kıstaslar doğrultusunda mimesis'in tarihsel gelişimini araştırıyor. Yazıldıkları dönemin tarihsel arka planını ortaya koyan, "tarihsel konuma sahip metinler" olarak değerlendirdiği yapıtların gerçekliğini, kişilerin gerçekçiliği üzerinden sorgulama eğilimi gösteriyor sıklıkla. Nitekim Roma klasiklerinden verdiği örneklerde en çok altını çizdiği nokta, henüz bir bireyden bahsetmek için erken olsa da bir tür ben anlatıcının ortaya çıkması ve içeriden anlatımın varlığı oluyor.
Edebi birer metin olarak Tevrat ve İncil
Auerbach, gerçekliğin temsili meselesine edebi metinlerin betimleme özellikleri ve yazarların kelimelerle yarattıkları görsellik açısından yaklaşmayı da ihmal etmiyor. Tıpkı Tevrat gibi bir edebi metin olarak değerlendirdiği İncil’in gerçekçiliğini Hıristiyanlık teması dışında görsellik algısıyla da ele alışını, günümüzde giderek daha da yaygınlaşan ve gelişen edebiyat incelemelerinde görsellik teorileri çalışmalarına kapı açan nitelikte modern bir yaklaşım olarak görmek mümkün. Öte yandan, özellikle Ortaçağ romansları arasından seçtiği metinleri karşılaştırırken, Hıristiyanlığı henüz yeterince benimsememiş Germen toplumlarından çıkan yapıtlarda ve buna karşıt olarak Fransız romanslarında gerçeklik temsilinin dini pratiklerle ne kadar başa baş gittiğine dair tekrar tekrar üzerine düşünmemizi gerektiren saptamalarda bulunuyor. Gerçeklik temsilini yer yer gölgeleyen dini bakışın Ortaçağ tiyatro oyunlarında (misteryum) ise aksine, gündelik gerçekliğin yakalanmasını sağlayan bir yönü olduğuna dikkat çekiyor. Ortaçağ’ın üzerine tabiri caizse yapıştırılan “karanlığında” yer alan, modern dünyada gerçekliğin temsil biçimlerine zemin hazırlayan ışıkları tekrar düşünmemizi sağlıyor.
Auerbach, saray romanslarının aslında soylu sınıfı yansıtmaktan uzak olduğunu, Ortaçağ’a özgü bir idealin pekiştirilmesinin başlıca kaygı olduğunu söylerken, bu yaklaşımı kıracak bir edebi yapıt olarak elbette Don Kişot’u tartışmaya başlıyor. Soylu ideallerin karşısına dünyevi gerçekleri koyan ve temelde bu çatışmaya dayanan Cervantes’in romanını, romanstan romana geçiş bağlamında ayrıcalıklı bir yerde konumlandırsa da Don Kişot’un içsel çatışma barındırmadığını söylemesi, bugünün Don Kişot uzmanlarını muhtemelen hararetli bir tartışmaya kışkırtacak nitelikte. Don Kişot karakteri için “delilikle bilgeliğin hiçbir zaman iç içe geçmediği” saptamasında bulunuyor örneğin. Bu cümle hem karakterin insan gerçekliği açısından nasıl bir yerde durduğuna dair hem de karakterin analizinde farklı görüşlere neden olacaktır.
Auerbach’ın gerçeklik temsili konusunda karakterin gerçekliğine, bunun için de gerekli olan “birey”in ortaya çıkışına özel bir hassasiyet gösterdiğini söylemiştik. Montaigne’i iç dünyayı araştırdığı için incelemeye tabi tutarken, bir yandan da Montaigne’in “Ben sıradan, pırıltısız bir yaşamı betimliyorum, ama zarar yok, en sıradan bir yaşamda bile tüm insanlık özü saklıdır,” sözlerini abartılı bularak eleştiriyor. Montaigne’in “sıradan” bir insan olmadığının altını çiziyor. Ne var ki, soyluların kendilerini bile aktarmayan saray romanslarını düşünecek olursak, Montaigne söz konusu olduğunda sıradanın değil soylununki de olsa, bir iç dünya aktarımı ve insanlık özüyle karşı karşıyayız.
Auerbach’ın beklediği insan gerçekliğini ortaya koyan mimesis, “tarihsel koşulların yarattığı kahramanlar”la dolu Stendhal ve Balzac romanlarından sonra yine Fransa’dan Flaubert’le geliyor; Deniz Feneri incelemesinden anlaşılacağı üzere de Virginia Woolf metinlerinde gördüğümüz modernist tekniklere dayalı mimetik yaklaşım bireyin temsilinin geldiği en yetkin nokta. Bunun üzerine, 1957’de yaşamını yitiren Auerbach modernist anlatı tekniklerinin ardından gelen anlatı biçimlerinde mimesis sorununu nasıl yorumlardı, diye sormadan edemiyor insan. Gerçekliğin zemininin her zamankinden daha kaygan olduğu günümüzde üretilen edebiyatta temsil sorununu Auerbach’tan devralıp incelemek bize düşüyor elbette. Fatma Erkman-Akerman’ın titiz çalışması sayesinde, bizlere bu yolu açan Erich Auerbach’ın edebiyatı kavrayışının inceliklerini öğrenme şansımız var artık. Mimesis’i Türkçesinden okumaya şimdi daha çok hazırız!
* Görsel: Ece Zeber
Yeni yorum gönder