Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun yeni kitabı İki ve Keçi, mitolojik öykülerle günümüz arasında oyunlu bir bağ kuruyor. Kendini aramak üzere yola çıkarken tarihteki gezginlerin yanında kendini ve yolculuğunu hakir gören bir adamın hikayesiyle açılıyor kitap. Daha ilk öyküde; her anlamda mitolojinin, şimdiki zamanı anlamsız kıldığı duygusuna kapılıyoruz. Hayata ve dünyaya dair öyle bir kulak dolgunluğuyla donatılmışız ki gözümüzle göreceğimiz hiçbir şey yeni ve enteresan gelmeyecek sanki...
İki ve Keçi, gerçekten ismiyle müsemma bir kitap: Keçiler ve bir’e katılanlarla alakalı. Öyküler birbiriyle bağlantılı, keçi metaforu yahut karakteri, evrilerek bir öyküden diğerine taşınıp süreklilik kazandırıyor anlatıma. Ağıldaki keçiler, efsanelerdeki keçiler, oğlak yıldızı, Pan... hepsi ardı ardına arz-ı endam ediyor kitapta. Bazen insanın gözünden görüyoruz onu, bazen onun gözünden insanı görüyoruz. Öyküler yer yer durum öyküsü, fabl yahut mitolojik hikaye formuna bürünüyor. Tüm öykülerde 'bir ben var benden içeri' durumu var. 'Bir vücutta kaç ayrı kimlik var' sorgulaması yapılmakla beraber o kimlikler de ayrı ayrı irdeleniyor. Saçlıoğlu, bünyesinde babasını barındıran oğullar, hem insanı hem çeşitli yaradılışta hayvanı ihtiva eden varlıklar yoluyla okura kendi içini sorgulatma yoluna gitmiş.
İlk öyküler belirgin lehim noktalarıyla birbirine bağlanıyor. Son öykü ise, giriş yazısında da değinildiği gibi, “zaman zaman içinde” hissi vererek; Pan’ın hikayesinde hem pek çok zamanı iç içe geçirerek anlatıyor, hem kitabın ilk hikayelerini daha incelikli bir şekilde bütünlüyor. Benim en sevdiğim kısmı bu ilk hikayelere muzipçe göz kırpan son bölüm oldu.
Dili yalın, sakin sakin akıyor ama başta da söyledik oyunlu bir kitap bu. Kendini yollarda arayan bir adamın hikayesiyle açılıp, varlığın bütünlüğünü takım yıldızlarıyla bütünleşince bulan bir keçinin hikayesiyle son buluyor. Dili anlatılan karakterin üslubuna göre değişiyor. Son hikayedeki kendini eğlenceye vermiş Pan’ın öyküsü bu sebeple en keyifli olanı: karakterimiz, adı üzerinde ‘keçi yönleri’ baskın olduğundan, inatçı ve muzip. İlk öykülerde karakterlerin diyalogları gayet felsefi; bilgece bile denilebilir. Konuşmalara yazar anlatı sinmiş hissiyatı empatiyi zorlaştırıyor, böyle süreceğinden çekinerek sayfaları çevirdiğinizde; karakterler tanrısal nitelikler kazandıkça konuşmalar “insan gibi” olmaya başlıyor. İnsanlar zaaflarını, hezeyanlarını türlü kılıflara sokmaya çalışırken, tanrılar insanı anımsatan en çamur yönlerini daha samimi dile getiriyor; sıfatlar, mertebeler yükseldikçe dil ve duygu izahları neredeyse hemzemin oluyor...
En netice, dili yalın, bir meselesi olan ve oyunlu bir kitap; şimdiden iyi okumalar efendim.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
>ali arukyt2un özellikle öyküm üzerine yazdığı şeyler için çok teşekkür ederim, dikkate alıyorum. kulağıma küpe ediyorum. sadecee şu: sahlep su ile de yapılır. hatta bu fakir, askerde iken aldığı hazır sahlep poşetini bir kupa sıcak suya boca edip öyle içerdi. süt ile yapılanı elbetteki pek hoştur. ama su pratik oluyor baki selam..
Yeni yorum gönder