Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Modern kolonileştirmeye fırlatılmış bir izmarit



Toplam oy: 836
Will Self // Çev. Gül Korkmaz
Sel Yayıncılık
Will Self, Türkçede yayımlanan son romanı İzmarit'te giderek boğucu bir hal alan küresel sigara içme yasaklarından ilham almakla kalmıyor, "adalet" ve "kanun önünde eşitlik" gibi nosyonların göreliliği üzerinde de duruyor.

Son yıllarda biraz daha yakından tanıma olanağı bulduğumuz Will Self, Türkçede yayımlanan son romanı İzmarit’te giderek boğucu bir hal alan küresel sigara içme yasaklarından ilham alıyor. Buradan bakınca İzmarit, kamusal alanla özel alan arasındaki sınırın günden güne görünmez kılındığı çağdaş düzenleme ve denetleme mekanizmalarının bir yergisi olarak da okunabilir. Fakat Self, kendisini sigara yasakları ve sürekli izlenme hissi gibi modern denetim mekanizmalarıyla sınırlı tutmamış; “özgürleştirme” adına büyük devletlerin küçük devletleri işgali, “adalet” ve “kanun önünde eşitlik” gibi nosyonların göreliliği Self’in üzerinde durduğu diğer konular.

 

Anlatıcının deyimiyle orta sınıf bir “Anglo” olan Tom Brodzinski, eşi ve dört çocuğuyla birlikte uzak ve adı belirtilmeyen, katı sigara yasaklarının hüküm sürdüğü bir çöl ülkesinde tatildedir. Tom, içtiği sigaranın son sigarası olacağına dair kendisine söz verdikten sonra sigarasının izmaritini kaldığı rezidansın balkonundan aşağıya atar. İzmaritin saniyeler içinde Brodzinski ailesinin ihtiyar alt kat komşusu Reginal Lincoln’ın başına isabet edip ikincil derecede bir yanığa sebep olmasıyla Will Self de modern Batı medeniyetinin üzerine kurulduğu burjuva değer yargılarını ve onun yaşam biçimlerimizi denetleyen düzenlemelerini "haşlama" fırsatını eline geçirir. Aslında sigara Tom’un içtiği son sigara olması vesilesiyle karakterimizin geçmişi ve geleceği arasında simgesel bir ayrılığı da temsil ediyor. Okur da Tom’un, yapacağı birkaç hastane ziyareti, yahut üstleneceği tedavi giderleri ile tatlıya bağlayabileceği bu durumun olası en absürt ihtimallerden birine evrilmesine tanık oluyor.

 

 

Tom’un attığı izmaritin hastaneye düşürdüğü Lincoln da Tom gibi bir “Anglo.” Fakat karısı Atalaya’nın, Tayswengo kabilesinin bir üyesi olmasından dolayı ihtiyar adam da eş durumundan bu kabileye mensup sayılıyor. Burası esasen romanda bir kırılma anı. Çünkü tatilini geçirdiği “bu uçsuz bucaksız diyarın acayip ırk ve kültür karmaşasını” zaten aklı almayan Tom’un kafası bu noktadan sonra karşı karşıya kalacağı suçlama ile iyice allak bullak oluyor. Tayswengo kabilesinin inançlarına göre, tıpkı kitaptaki diğer çöl kabilelerinde olduğu gibi, “kaza” kavramının bir karşılığı yok. Bundan ötürü, birbiriyle çatışan yerel yargı geleneklerini barındıran bu karmaşık hukuk sistemi uyarınca Tom’un eylemi, ardındaki “kötücül niyet”ten bağımsız değerlendirilmiyor. Çok geçmeden de kahramanımızın cinayete teşebbüsten yargıladığını görüyoruz.

 

Mahkeme, hatasını telafi etmek için Tom’un bu acayip ülkenin kolonileştirilme, vahşi kapitalizm ve iç savaştan zarar görmüş iç bölgelerine doğru binlerce kilometre seyahat edip, kabileye bir miktar para, kap kacak ve silah götürmesine karar veriyor. Kitabın bu kısmına kadar Self’in daha ziyade okuru ülkenin “ceza”, “misilleme” ve “ıslah etme” nosyonları üzerine kurulu tuhaf (!) hukuki geleneklerine aşina kılma gayretinde olduğunu söyleyebiliriz. Cezası kesinleştikten sonra ise, Tom’un yolculuk süresince başına gelenler üzerinden aslında “kolonileştirme”, “emperyalizm” ve “savaş” gibi kavramların esaslı bir eleştirisini de okuyoruz.

 

Metnin beslendiği kaynakların en azından bir bölümünün daha iyi anlaşılabilmesi için kitabın İngilizcedeki ilk baskısının 2008’de yapıldığını da hatırlatalım. İzmarit’in yazıldığı ve yayımlandığı dönemde Amerika ve İngiltere önderliğindeki işgal güçlerinin fiili Irak işgali devam ediyor, “neo- con”ların dünya siyasetindeki belirleyiciği ağır ağır azalmakla birlikte etkisini büyük ölçüde sürdürüyordu. Kitabın atmosferini belirgin bir biçimde tayin eden yeni-kolonicilik, iç savaş, kargaşa, kanunsuzluk, irrasyonel yargılamalar gibi meselelerin de işgal sonrası Irak’ın hukuki ve politik veçhelerini anımsattığını vurgulamakta yarar var.

 

John Keenan, Self üzerine kaleme aldığı “Private Dysfunctions” (Mahrem İşlev Bozuklukları) başlıklı makalesinde Self’in kurmaca olmayanı kurmaca imişçesine yazdığını söyler. Self bunu, “gerçeklik olarak bildiğimiz şeyi kendi sürreal kremasına banıp” rötuşlayarak yapıyordur. İzmarit de kurmaca olmayanın kurmaca imişçesine anlatıldığı bir roman. Devlet memuru cinayet suçlularının tahliyelerine karar veren günümüz gerçek mahkemelerinin yerini onlardan daha hakkaniyetsiz olmayan, bir izmaritten cinayet çıkarabilen bir yargı sistemi alırken, hapsederek ıslah etme mekanizması, “dışarıda” ıslah etme düzeneğiyle ikame ediliyor. Romanı yalnızca bir kurmaca olarak görmekle yetinebilseydik bile bu isimsiz ülkedeki karanlık ve absürt olaylar silsilesi sayfalar ilerledikçe bize gittikçe yoğunlaşan bir gerilim vaat edebilir, romanın sayfalarını iştahlı bir tedirginlikle çevirmemize fazlasıyla yeterdi. Fakat, Self İzmarit’te bize bunun çok daha fazlasının sözünü veriyor. Okur sayfalar ilerledikçe Self’in kurduğu “gerçek olmayan”, “ilkel” dünyanın gerçek dünyadan daha absürt ve karanlık olmadığını görecek. İzmarit’in en çarpıcı tarafı belki de bu.

 

Diğer taraftan, sigaranın sıklıkla başrolü oynadığı tasvirler ve “benzeyen”inin sigara olduğu teşbihler zaman zaman okur üzerinde tüketici bir etki yaratabiliyor. Self bir ihtimal bu tesirin önüne geçebilmek için yer yer doğa betimlemelerine de başvurmuş. Fakat bu, kitabın sonuna geldiğinde okurun aklında niceliğini sorgulamaktan kendisini alamadığı ciddi bir sigara enflasyonu kalmasını yine de engelleyemiyor. Buna karşın tekrarların anlatının temposunu düşürmediğini, yazarın akıcı üslûbundan pek bir şey kaybettirmediğini de ekleyelim. Bitirmeden, çevirmen Gül Korkmaz’a da emeği için teşekkür etmeli. Korkmaz, Self’in sivri dilinin Türkçedeki karşılığını oldukça başarılı bir şekilde yakalamış.

 

 


 

 

* Görsel: Ahmet İltaş

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.