Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Muallakta Fikret Mualla



Toplam oy: 135
Hiçbir ressamın etkisinde kalmayan, hiçbir resim akımına kendini dahil etmeyen, kendine has bir çizgisi olan Fikret Mualla hem eserleri hem de büyük sıkıntılar yaşadığı hayatıyla genç sanatçılara ne olursa olsun sanatlarında ısrar etmelerinin ilhamını veriyor.

“Her yerde olduğu gibi Fransa’da da bir artistin eserleri Bila kaydü şart hürmet görmesi için vefat etmiş olması lazımdır” diyor Fikret Mualla, Semiha Berksoy’a yazdığı bir mektupta.

 

Her şey normal olsaydı ve Covid-19 salgınıyla karşılaşmamış olsaydık İzmir’de bulunan FOLKART Gallery’de düzenlenen “Yalnız ve Yaralı Bir Hayat” başlığını taşıyan Fikret Mualla sergisini ziyaret etmeyi planlıyordum. 28 Şubat tarihinde açılan serginin 17 Mayıs’a kadar devam etmesi planlanıyordu. Ama salgın nedeniyle bütün sergiler gibi bu sergi de erkenden kapandı. İnşallah salgın biter de sergi yeniden sanat severlerle buluşur.

 

Bu sergi vesilesiyle yayımlanan yaklaşık 400 sayfalık katalogda sadece sergide yer alan eserler değil Fikret Mualla’nın hayatı ve sanatıyla alakalı son derece önemli yazılara başta Ara Güler’in çektiği diğer Fikret Mualla fotoğrafları da eşlik ediyor.

“Ömrüm pentür yapmak, desen çizmekle geçiyor”
Bohem bir hayat yaşayan sanatçı, ki mizacından dolayı başka türlüsü zaten mümkün değildir, 1903’te İstanbul’da dünyaya geliyor. 1967 yılında Fransa’da bir hastanede tek başına vefat ediyor ve kimsesizler mezarlığına defnediliyor. Arada yaşananları bilmesek bile sanatçının bugünkü tanınırlığını düşündüğümüz zaman hayatı boyunca büyük sıkıntılar çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
1946 yılında arkadaşı Fikret Adil’e yazdığı bir mektupta içinde bulunduğu durumu şu sözlerle aktarıyor:
“Pentürle hayatımı kazanıyorum. Daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avucumdaki, ne ölecek ne de yaşayacak kadardır. Üstüm başım bitik, ne elbisem kaldı ne de çamaşırım, kış fena halde geldi. Müsait ve biraz sehavetli bir satış yapmak çarelerini arıyorum. Ömrüm pentür yapmak, desen çizmekle geçiyor. Paris’in ücra bir köşesinde dünyadan uzaklaşmakla uğraşıyorum. Maddi mücadele yoruyor. Sanat bu vaveylâ âlemde tıpkı bir kedi miyavlaması gibi geliyor bu âlem insanlarına.
Süksem olmuyor sanma fakat manevi. Şöyle bir gökyüzü açılıp yüz bin franklık bir portföy inmiyor yanıma.”
Bu ve bunun gibi birçok sıkıntılı mektup yazar Fikret Mualla. Yaptığı işten vazgeçmeyi asla düşünmez. Babasının mühendislik eğitimi alması ve dil öğrenmesi için gönderdiği İsviçre’den ressam olmak amacıyla Almanya’ya geçer orada sanat eğitimi alır. Ama aldığı eğitim neticesinde Akademi’de “ressam” olarak kabul görmez. Grafiker ve desinatördür o. Bu yüzden de önce Galatasaray Lisesi’ne ardından da Balıkesir Lisesi’ne resim öğretmeni olarak görevlendirilir. Ta Almanya yıllarından başlayan alkol bağımlılığı vardır. İstanbul’da olduğu dönemde Beyoğlu’nda yaşar.
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen “Lüküs Hayat”, “Deli Dolu”, “Saz Caz” gibi operetlerin kostümlerini çizer ama bunlar onun için yeterli değildir. Onun için önemli olan resimdir ve ressam olarak anılmaktır. Ressam olarak da kendine has bir çizgisi vardır. Hiçbir ressamın etkisinde kalmamıştır, hiçbir resim akımına kendini dahil etmemiştir. İlla ki bir akıma benzetilecekse bence Henri Matisse’in de yer aldığı fovizme yakın gösterilebilir.


60’lara kadar eski yazıyı kullanır
“Resim yaparken ibadet eder gibi, sükutu beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissetmezsem, o zaman bilirim ki yanlış bir işle meşgulüm veya işgal etmişimdir” diyecek kadar yaptığı işe tutkuyla sarılır.
Dönemin herhangi bir Batı ülkesinde eğitim almış hemen hemen tüm Türk ressamları gibi o da Cumhuriyet’in kuruluşunda ve yapılan inkılâplarda, harf inkılâbı da dahil olmak üzere Mustafa Kemal Atatürk’ü desteklemiştir. 1938 yılında Ses dergisinde çıkan bir yazısında “Mili Eğitim Bakanlığı Türkçe yazı için Lâtin alfabesinden Türkçeye karşılık arıyor. Türkçeyi Lâtin harfleriyle yazmamız fazla gecikmeyecek” diye yazmasına rağmen katalogda da örneklerini görebileceğimiz mektuplarında en azından 1960’lara kadar eski yazıyı kullanmıştır.
Doğan Hızlan’ın yazısıyla başlayan katalog, ki bu yazı aslında FOLKART Gallery’nin İzmir’de bir sanat merkezi kurmasını da içerdiği için ayrıca önemli, sanat eleştirmeni Evrim Altuğ’un Hâlâ Paletinin Götürdüğü Yerdeyiz başlıklı yazısıyla devam ediyor. Hıfzı Topuz’un, ki Fikret Mualla Türk basınında ilk kez onun sayesinde görünür olmuştur, Mualla’yla yaptığı röportajlardan bir kesit sunması sanatçıyı yakından tanıma imkanı veriyor. Dr. Safder Tarim ve emekli büyükelçi Namık Kemal Yolga’nın anıları da birincil kaynaklardan sanatçıyı anlamaya yardımcı oluyor. Son olarak sanatçı, Hıfzı Topuz ve Dr. Safder Tarim’e yazdığı mektuplarda doğrudan sanatını ve yaşantısını anlatıyor. Youki Desnos’un 1958 tarihli katalog yazısı Türkiye’de kıymeti bilinmezken Paris’te, arzu ettiği kadar olmasa da, gördüğü ilgiyi kayıt altına alıyor.
Genç sanatçılara sanatlarında ısrar etmelerinin neticelerini geç de olsa bir gün alacaklarını göstermesi açısından Fikret Mualla’nın eserlerini ve hayatını incelemelerini tavsiye ederim.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.