Bu ay üç öykü kitabı üzerine düşünüyoruz: Travmalar üzerinden öykülerini kurgulayan Selim Baki’nin Bir Kısa Camel’ı, bu yılın en iyi öykü kitaplarından biri olan Engin Elman’ın Afrika’nın Yapayalnız Lalesi ve bir dil ustası olan Abdullah Yıldırım’ın ilk öykü kitabı Sus Yeri.
Selim Baki’nin “Kısa Camel”ı
Muhafazakâr öykücülerin; hayatın kirli, karanlık, rahatsız edici, kriminal, “riskli” alanlarını yazmadıklarına ilişkin son senelerde sıkça dile getirilen belirlemelerin veya eleştirilerin bu çevrelerin genç yazarları üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Bu konuda bir farkındalık yaratılması genç yazarlar için motivasyon kaynağı oldu. Selim Baki’nin bunları düşünerek öykülerini yazdığını söylemiyorum. Ama artık “başka türlü” öykülerin yazılmaya başlandığı kesin. Sebepleri üzerinde düşünebilir, bu sonucun nasıl ortaya çıktığına ilişkin edebiyat içi ve edebiyat dışı birçok etken bulabiliriz. Ama sonuçta her şey gibi muhafazakâr çevrelerin ürettiği öyküler de renk değiştiriyor.
Bir Kısa Camel’ı okurken bunları düşündüm. Travmalar üzerinden kurguluyor Selim Baki öykülerini. Genellikle bu travmaların sebebi sarhoş bir baba. Baba, öykü kahramanlarımızın hayatlarını karartan önemli bir etken. Suç işleyen, toplumun, kanunun, hayatın, ahlakın dışına düşmüş bitirim tipler bir anlamda bize geçmişlerini ve iç dünyalarını açarlar. Suçun veya intiharın, tecavüzün, fuhuşun sebeplerini çözümlemeye başlarız. Hepsinin temelinde huzurun ve sükunetin egemen olmadığı, travmatik çocukluklar vardır. Bunun da temelinde kendi dinginliğini bulamamış, alkolik, mutsuz bir baba yer alır. Tecavüze uğrayan, kötü yola düşen, ardından intihar eden bir genç kız veya toplumun bütün yanlışlarına rağmen mutlu bir yuva kurmayı başarmış bir tamircinin hikâyeleri öyküleştirilirken zihnimiz gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini durmadan tarar.
Baki’ye göre toplum, insanı suça, hapishaneye, meyhaneye, batakhaneye, hayatın dışına iten bir tehlike barındırır. Bu bağlamda öykülerin mekânları da yeterince “bitirim”dir. Barlar, karakollar, meyhaneler, hapishaneler, cinayet mekânları… Ben gene de kitaptaki bu “suç ve günah” vurgusunu abartılı buldum. Adeta hayatın anlatılmakta ihmal edilmiş bu sahneleri de var, denmek istenmiş ve bu istenirken “karanlık dünya” vurgusu abartılmış.
Bence çok daha önemli bir husus şu: Bu karanlık alanlar da gene muhafazakâr bir dilin içinden anlatılmış. Dolayısıyla Selim Baki, belki yarım asır önce, Ruhun Malzemeleri kitabında bu konuları tartışmış olan Rasim Özdenören’i haklı çıkartıyor. Özdenören, mealen yazıyorum, Müslüman öykücülerin de gerekirse yatak odasına bile girebileceklerini ancak bu alanı dile getirirken kendilerine mahsus bir dil geliştirmeleri gerektiğini ifade etmişti. Baki’nin riskli alan anlatımları bizi tedirgin etmiyor. Benim açımdan bu bir başarı. Tedirgin olduğum husus, bu karanlık hayat aktarımlarının adeta üstümüze boca edilmiş olması.
Engin Elman’ın “Afrika”sı
2020 yılının en iyi öykü kitaplarından birisi Engin Elman’a ait: Afrika’nın Yapayalnız Lalesi. Elman’ın öykü üretme alanlarından biri içinden çıktığı coğrafya ve buna paralel olarak çocukluğu. “Bakır Çaydanlık” öyküsünde yaratılan yaşlı kadın portresi kitabı tek başına kurtaracak denli başarılı. Anadolu’nun, özellikle de Doğu Anadolu’nun kültürünü, folklorunu, kaderini, tarih ve coğrafyasını adeta temsil eden Zarife Nine, aynı zamanda yazarın dünyada olup bitenlere ilişkin örtük bir dille de olsa politik eleştiriler yöneltişinin bir örneği. Kitaba adını veren öyküde ise bu politik hicivci tavır kendi ülkesinin yakın dönem politikalarına yönelir. Anadolu insanını ve kültürünü yakından tanıyan yazar bunu yazarlığı için bir avantaja dönüştürür. Ancak Elman’ın ikinci büyük avantajı Türkçeye hakimiyeti. Biraz da bu kültürel birikimin desteklediği kısa cümleli, şiirsel dili. Görselliği ön plana alan bu dil, yazarın çoğu metninde lirizme ulaşmasını kolaylaştırır. Yazar çocukluğundan öykü üretirken, aslında daha derine iner ve çocuğa, çocukluğa da eğilir.
Dosyanın son öyküsü “Çocuk ve Allah” ise “çocuk” kavramını evrensel dilde yakalayan enfes bir metin. Biyografik bir biçimde çocukluğun anlatımı değil, çocuk denen varlığın anlaşılmasına ilişkin derinlikli bir çaba bu. Şunu da belirteyim: Yazarın sinemayı iki farklı şekilde öyküsüne taşıdığı görülür. Birincisi konu olarak. İkincisi ise dil olarak. Bir kamerayı dünya üzerinde dolaştırıyormuş gibi yazması öykülerin dilini görselleştirir. Gene de zaman zaman “Zihinler ve kalpler henüz modern dünyanın çılgınlığıyla kirlenmemişti” gibi öykü dilinin değil düşünce, deneme dilinin, doğrudan ifade biçimlerinin tercih edilmesi kitaba nazar boncuğu olmuş.
Ben Engin Elman’ın yerinde olsam, Doğu Anadolu coğrafyasıyla ve kendi çocukluğumla olan hesaplaşmamı daha uzun boyluca yapar, bu tür öykülerin sayısını artırırdım. Bu toprakların ürünü olan portrelemelere daha çok yer verirdim.
Abdullah Yıldırım: Bir Dil Ustası
Abdullah Yıldırım’ın ilk öykü kitabı Sus Yeri yazarının dile ve dünyaya hakimiyetini belgeliyor. “Dünyaya hakim olmak”tan maksadım “iptidai bilgi” birikimi. Zira dil başarısının hiçbir sanat eserinde kendi başına bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bizim dil ustalığı olarak gördüğümüz neticenin arkasında yaşanmışlıklar, deneyimler, gözlemler duruyor. Kişi, çok farklı ortamlarda bulunup bazı şeylerin çilesini çekince o dünyanın diline de hâkim oluyor.
Yıldırım, ne anlatırsa anlatsın bunu büyük bir keyifle ve özgüvenle anlatıyor. Ancak bunu yaparken, tam da bu işlerin ustası bir kalemin egemenlik alanına girdiği oluyor: Mustafa Kutlu’nun. Bazı metinler doğrudan doğruya Kutlu’yu çağrıştırıyor. Gerek dil kullanımı gerekse anlatılanların benzerliği bunu düşünmemin sebebi. Yıldırım, bıçkın ağızla bir genci konuşturmaya başladığında hem çok başarılı oluyor hem de okurun aklına illa ki Kutlu’yu getiriyor.
Toplumsal sorunlarla büyülü gerçekçi anlatım öykülerde iç içe sunuluyor. İlk bölümde yer alan öyküler, bir taraftan son dönem öykücülüğümüzün favori konularına giriyor: Mülteciler, özellikle Suriye savaşının olumsuz sonuçları… Bunu anlatırken aynı zamanda gerçekle düş arasında bocalamamızı istiyor yazar ve gerçeklik ne kadar acı da olsa biz sonunda bir düş’ün alanına giriyoruz. Veya şöyle demeli: Gerçeklik bu kadar acı olunca bir düş’ün bağrına sığınıyoruz.
Son dönemde yazılan mülteci öykülerinin büyük bir bölümünde, öykücülerin tecrübeden çok gözlemle işi kotarmaya çalıştıklarını ve gerçekliği, gerçekliğin içinden yazamamanın sıkıntısını aşamadıklarını gördük. Televizyon haberleri izlemek sanırım Türk öykücüsünün Suriye savaşına yegâne tanıklık etme biçimi. Bir de sokaklarda dolaşırken tanık olduğumuz hoyrat Suriyeli kardeşlerimiz… Abdullah Yıldırım’ın konuyla ilgili tecrübe veya gözlem seviyesini/derecesini bilmiyorum. Yazardan bağımsız olarak soruyorum: Gözlemlemek yeterli mi? Gözlemlemekle deneyimlemenin kurmaca metne ulaşması ve okurda yarattığı sonuçlar arasında ne gibi farklar olabilir? Düşünmeye değer.
Bitirirken not: Kitabın en iyi öyküsü “Sıkıntı Büyük”. Bıçkın bir ağızdan anlatılan öykü aynı zaman büyülü gerçekçi diyebileceğimiz bir teknikle gelişiyor. Elindeki kitaba tefeül eden anlatıcı, kitapta hangi cümleyi okursa onu yaşamaya başlıyor. Hem anlatıcının bıçkın dili hem de bu sevimli oyun öyküyü renklendiriyor. Elimizdeki kitaptan okuduğumuzu yaşamamız elbette bir oyun olmaktan çok ötesi anlamlar da çağrıştırır. “Oyun” da postmodern bağlamı dışında dini içeriğiyle başka okumalara açılabilir.
Yeni yorum gönder