Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Mum, Ateşi ve Aksi: Ali Şeriati



Toplam oy: 139
Alev almış zihnin kıvılcım fikirlerine nasıl yetişsin kelimeler? Ancak küle dönünce dile düşer düşünceler. Peki ya alev almış gözler? Namlu gözler, tek bir bakışıyla dahi tetikler. Namlu gözlerin en namlısı Ali Şeriati’yi de böyle yakıp yıkan bir nazar vardır. Louis Massignon’u, Şems’in Mevlana’yı çarptığı gibi kendisini çarpan bir yıldırım olarak tasvir eden Şeriati, ayrıca “Onu görmemiş olsaydım ne yoksul bir ruhum ne vasat bir kafam ve ne sönük bir bakışım olacaktı” der.

-Oi Va Voi’den “Refugee” eşlik edebilir bu yazıya- “Oturdum ve mum ışığının güzel cilvesine gözlerimi diktim. Yeryüzündeki hiç kimse masamın üzerindeki bu muma nasıl baktığımı bilemez.”


Alev almış metin
İnsan okurken alev alabilir mi? Satırlar yavaşça tutuşan bir kıvılcım gibi ruhu yakabilir mi? Ali Şeriati’nin muma yazdığı bu satırları okurken nasıl tutuşmaz ki insan?
Sınıfta her zaman pencereden dışarı bakan, ders kitapları yerine gece yarılarına dek kitap okuyan genç Ali, Belçikalı sembolist yazar ve şair Maurice Maeterlinck’in “mumu söndürdüğümüz zaman alevi nereye gidiyor?” mısraının peşinde kendi tefekkür yolcuğunu başlatacaktı. Ruhu, kendi değerler hiyerarşisinin zirvesine koyan, ruhsal aşka meyil ve düşünce üzerine şekillenen tefekkürünün mumla başlaması büyülüdür. Yalnızlık Sözleri’nde “Ah! Benimle mum arasında ne büyük bir benzerlik var. Mum ben değil miyim?” cümlesinin geçtiği sayfalar onun muma dair sırrını ifşa eder niteliktedir.
Alev almış gözler
Alev almış zihnin kıvılcım fikirlerine nasıl yetişsin kelimeler? Ancak küle dönünce dile düşer düşünceler. Peki ya alev almış gözler? Üslubu dikkatimi çeken bir yazarda en merak ettiğim şey gözleri olur. Bir tür teyit etme refleksiyle gözleriyle yazısını; bakışıyla üslubunu eşleştiririm. Sonuç genelde nokta atışı olur. Zaten üslup, bir tür bakış değil midir? Gözler içinde en çok “namlu gözlere” meylederim. Namlu gözler, tek bir bakışıyla dahi tetikler çünkü. İnsanın varlığına kıvılcım çoğu kez bir nazarla düştüğünü söyleyen şair haklı “Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır.”
Namlu gözlerin en namlısı Ali Şeriati’yi de böyle yakıp yıkan bir nazar vardır. Louis Massignon’u, Şems’in Mevlana’yı çarptığı gibi kendisini çarpan bir yıldırım olarak tasvir eden Şeriati, ayrıca “Onu görmemiş olsaydım ne yoksul bir ruhum ne vasat bir kafam ve ne sönük bir bakışım olacaktı.” der. Böylelikle Şeriati’ye bu denli tesir eden bu nazar bir Müslümana değil dindar bir Hristiyan’a ait olacaktı.

Tetikleyici insan

Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti.
Ve sürükleyici kitaplar gibi “sürükleyici insan” da var. Varlığının enerjisiyle varlığınızı tetikleyen, ruhunuza tesir eden, zihninizi tahrik eden, kalbinizin ritmini değiştiren insanlar.
Sürükleyici insanlar, yörüngelerine dahil olan yahut yaklaşan her insana muhakkak etki bırakırlar. Tıpkı ateş gibi dönüştürücü bir karakteristik gösterirler. Bu yüzden hayranlık çoğunlukla da nefret uyandırlar. Telkini “irade tahriki” olarak güzelleyen “sizi rahatsız etmeye geldim”i motto olarak seçen Ali Şeriati’yi, sürükleyici insan daha güzel ifadesiyle “tetikleyici insan” olarak tanımlamak mümkün. Namlu gözlere, bundan daha çok yakışacak bir tanım da yoktur herhalde

İslami varoluşçuluk
Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde doktora yapan Ali Şeriati’nin dönemin en moda felsefelerinden egzistansiyalizme olan alakası tesadüf değildir. Sartre gibi dönemin varoluşçularıyla bağ kuran Şeriati, kendi doktrinini onlarınkiyle mukayese ederek incelikli bir ayrıma varır. Şeriati, Dua kitabında yalnızlığın felsefe, sanat ve edebiyatın ruhu haline geldiğini söyleyerek Heidegger, Sartre, Jaspers, Beckett ve Erich Fromm gibi düşünürlerin yalnızlıktan bahsettiğini ama onlar gibi yalnızlık kelimesini seçmekle hata ettiğini söyler. Batılı Varoluşçuluk, hiççilik ve modern absürtlüğün kast ettiği yalnızlığın, kendi yalnızlığıyla örtüşmediğini fark ederek; Varoluşçuların başat kavramlarından olan “solitude”ye karşılık Ali Şeriati kendi ontolojik yalnızlığını “ayrılık” kavramıyla isimlendirir.
Ali Şeriati 20. yüzyılda bir Müslümanın soluduğu entelektüel atmosferin sosyalizm, varoluşçuluk ve İslam üçgeniyle sınırlı olduğunu ifade eder. Şeriati “bütün doktrinlerin en değerlisi” diye övdüğü Varoluşçuluk için ise şöyle diyordu: “Egzistansiyalizm insan varlığına asalet vermenin başka bir türüdür.” Bu yüzyıla bu egzistansiyalist izahlar demode geliyor artık, insanlar gökyüzünde değil dokunulabilir gerçekler istiyor çünkü.

Doğu’nun Batılıya müdafaası
“Bir hakikati yok etmek istiyorsan; ona iyi saldırma, onu kötü savun” sözüyle Şeriati, hakikati ifade etmenin en iyi yöntemlerini bulmaya çalışır. Ali Şeriati, tehlikeli zamanlar ve tekinsiz ortamlarda kendi hakikatini söyleme cüreti gösterir. Bunu yaparken her cenahtan gelecek olumsuz yakıştırmaların riskini de göze alarak, fikrî radikalliğini ilan etmiş olur. Örneğin, Fatıma Fatımadır kitabında kadının “cazibesi ölçüsünde alınıp satılan ekonomik bir meta” konumunda olduğunu ve kapitalizmin kadını kendi işine yarayacak şekilde dizayn ettiğini ifade eder.
Şeriati en şiddetli mukayeselerini Doğu ve Batı üzerine yapar. Bu mukayeseler onda ilham verici bir karakteristik gösterir. Büyük olasılıkla “Bacon’un Dört İdolü”nden esinlendiği İnsanın Dört Zindanı’nı ortaya koyar. Bacon’ın Soy (Tribus), Mağara (Species), Çarşı-Pazar (Fori), Tiyatro (Theatre) idolleri; Ali Şeriati’de Natüralizm, Historizm, Sosyolojizm, İnsanın Kendi Zindanı olarak karşılığını bulur. Şeriati bu mukayeselerde çoğunlukla Doğu’yu müdafaa eden bir tutumdadır. Şeriati, İbrahim’le Buluşma kitabında Fransız filozoflarından Ernest Renan’dan bir söz nakleder: “Dünyada Avrupalılar yönetmek için Doğulular çalışmak için yaratılmışlardır. Bundan dolayı Tanrı onların ırkını daha çok ve daha doğurgan yapmıştır. Çünkü çok ameleye ihtiyaç vardır.” Benzer şekilde Şeriati, Sordel diyalektiğinin çirkinliğini okuruna ifşa eder: “Batılı, doğulunun kültür, tarih ve şahsiyetini yadsımamalıdır. Batılı öyle bir şey yapmalıdır ki, doğulu kendisinin olumsuz olduğuna, kendisinin ikinci sınıf, batılınınsa birinci sınıf olduğuna inansın”
Senin İsmail’in kim?
Heraklitos’un “İnsanın karakteri kaderidir” sözü sıkı bir mukayese yaptırıyor. İnsanlar kaderlerini karakterlerine göre mi yaşarlar? Yoksa kaderlerine göre mi karakterleri şekillenir? Bu soruya cevap verme tercihimiz bile karakterimizi ifşa eder aslında. Şeriati’nin yalnızca 44 yıl süren yaşamı bu soruya en güzel cevabı verir gibidir. Kısa yaşamına büyük bir külliyat sığdıran Şeriati, kitaplarında tıpkı bir doktor gibi reçete sunar okuruna: İnsanın Dört Zindanı (Tespit), Kendini Devrimci Yetiştirmek (Teşhis), Öze Dönüş (Tedavi)
Kierkegaard’in Korku ve Titreme’si gibi iyi bir şerh olan Hac kitabında Şeriati; rahatsız eden bir soru sorar yine: “Senin İsmail’in Kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı.” Şeriati, insanı hakikati bilmekten ve duymaktan alıkoyan, özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeyi engelleyen ve insanın sorumluluk kabul etmektense meşrulaştıran sebepler üreten her şeyi İsmail’in işaretlerinden sayar.
Kalbimin kabri
Okurun yazarını seçişi gibi tıpkı yazar da seçer okurunu. Aşk, her tezatlığa ve mümkünsüzlüğe misafir olduğu gibi yazar ve okur ilişkisine de sirayet eder. Yaşamayan bir yazara aşık olunca; okunmamış her kitabını, açılmamış bir mektubun heyecanıyla tutar okurun elleri. Yaşamayan bir yazarı sevmek, gerçeküstü bir etki yaratır. Her şey tuhaf rastlantılarla muştulanır. İnsan bir şeyi çok fazla sevince sevgisine karşılık olarak Rastlantılar Nişanı bahşedilir ona sanki. Bu fikrin sahibesi bu yüzden kabir ve kalbi benzetir birbirine. Kalplerin de kabri olurmuş çünkü: Şam’da bir cami: Seyyide Zeyneb Camii. 1990’da açılmış. Meğer kalbinde Zeyneb bint Ali ve Ali Şeriati’yi saklıyormuş.
Yalnız yaşımız değil, aklımız da gencecikken aklımızı reşit kılan kitaplar ve o kitapların yazarı vardır. Yalnız o kitapların yazarı değil, gözleriyle irşat eden, acıyan akılların mürşidi vardır. O’ydu. Benimki O’ydu. Şeriati, ruhunu ateşe veren gözler için “Onu görmemiş olsaydım ne sönük bir bakışım olacaktı” demişti. Kendi bakışının kimlerin ruhunu ateşe verdiğini bilmeyecek. Ne hazin.
Kaynakça

Ahıskalı, M. M. (2019). Bir Kültür Gerillası: Fecr Yayınevi.
Rahnema, A. (2016). Ali Şeriati Bir Müslüman Ütopistin Siyasi Biyografisi:
Kapı Yayınları.
Şeriati, A. (2013). İbrahim›le Buluşma: Fecr Yayınları.
Şeriati, A. (2015). Kendini Devrimci Yetiştirmek: Fecr Yayınları.
Şeriati, A. (tarih yok). Dua: Fecr Yayınları.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.