“Tanner Kardeşler”i okuduğumda, Robert Walser’i Kafka’dan, Musil’den sonra tanımak ne büyük bir kayıp diye düşündüm. Kendisine yabancılaşmış bir dünyaya çaresizce tutunmaya çalışan 20.yüzyıl insanının -Kafka’nın boğuntuyla, Musil’in yozlaşmayla, Thomas Mann’ın klasizmle, Joyce ve Woolf’un bilinçakışıyla anlatmaya çalıştıkları- trajedisini anlayabilmek için Robert Walser’i mutlaka okumak gerekir.
Bugün modernizmin en önemli metinleri arasında sayılan hikaye ve romanlarını 1920’lerden önce yazmıştı Robert Walser. Akıl hastahanesine yatışından sonra yazıyla ilişiğini kesti; hastahaneye “yazmaya değil delirmeye” gelmişti. Ama yazmayı tuhaf bir şekilde sürdürdü. 1 mm. lik harflerle tam 500 sayfa tutar notları. Kafka, Benjamin, Herman Hesse gibi yazarların büyük takdirini kazandığı halde 1920’den 1970’lere kadar hızla unutuldu. Öyle bir unutulma ki, Walter Benjamin’in 1929 tarihli denemesinde “Robert Walser'den çok şey okunabilir, ne var ki onun hakkında okunabilecek hiçbir şey yoktur” diye yakınacaktır bu ilgisizlikten. Robert Walser, yeniden keşfedildikten sonra, akıl hastahanesinde kaleme aldığı sayfalar dahil, hemen hemen tüm yazdıklarıyla kapsamlı çalışmaların konusu olmakla kalmıyor –başta Peter Handke, W.G.Sebalt, Max Goldt gibi yazarlar olmak üzere- çağdaş Alman edebiyatını etkiliyor.
Duyguların otobiyogrofisi
Robert Walser, 15 Nisan 1878'de İsviçre’nin Bern kentinde doğdu. Üç erkek bir kızkardeşi vardı. Alman ve Fransız kantonları arasındaki sınır bölgesi Biel’de her iki dili de öğrenerek büyüdü. Babası tüccardı ama ekonomik kriz nedeniyle sıkıntıya düşünce Walser okulu bırakmak zorunda kaldı. 1894 yılında "duygusal rahatsızlık" nedeniyle uzun süredir tedavi gören annesini kaybetti.
14 yaşına geldiğinde, doğduğu kentte bulunan bir bankaya girerek üç yıl boyunca staj yaptı. Gençlik yıllarında Stuttgard'a giderek aktör olmak için çaba sarfettiyse de başarılı olamadı. Boş zamanlarında yazdığı ilk şiirleri 1898 yılında yayınlandı. Edebiyata düşkünlüğü ve bu alandaki çalışmaları kısa süre sonra Franz Blei'in dikkatini çekti ve onun aracılığıyla dönemin ünlü dergilerinden Ada'nın (Die Insel) çevresindeki yazarlarla tanıştı. O yıllarda Zürih'te yaşayan Walser, hayatını büro ve banka memurluğu yaparak kazandı. 1905'te Berlin'e, ressamlık ve dekoratörlük yapan ağabeyi Karl Walser’in yanına taşındı. Berlin'deki uşak yetiştiren bir okula yazılan Robert Walser; aynı yıl içinde Yukarı Silezya'da Schloss Sarayı'nda uşak olarak iş buldu. Romanları –“Geschwister Tanner”(1907), “Der Gehülfe”(1908), “Jakob von Gunten”(1909)- bu dönemin ürünüdür.
Doğduğu kente geri dönün yazar geçimini gazete ve dergilere yazdığı kısa düzyazılarla sağlıyordu. Ancak ruhsal bir yanlızlık içerisindeydi. Bu yalnızlık 1929 yılında psikoz geçirmesine ve Waldau hastanesine yatırılmasına neden oldu. Dört yıl sonra nakledildiği Appenzell yakınlarındaki Harisau kentinde bulunan bir akıl hastanesinde yıllarca yatmak zorunda kaldı. Dünya edebiyatındaki ayrıcalıklı pozisyonu ancak 1950'lerden sonra fark edilen Robert Walser 25 Aralık 1956'da, kaldığı akıl hastanesinde yaşamını yitirdi.
Belki de ilk romanı olması nedeniyle, “Tanner Kardeşler”de Walser kardeşlerin hayatlarından bir şeyler bulmak mümkün. Her şeyden önce Simon karakteriyle temsil edilen Robert Walser’den. Ancak olaylardan ziyade yazarın dış dünya algısının, duygu ve düşüncelerinin otobiyogrofisi bu.
Roman kahramanı Simon yirmili yaşlarını süren genç bir adam. Tuhaf bir genç adam. Hiç bir işte dikiş tutturamayan, dikiş tutturamamasının nedenlerini Don Quijot’a ya da Dostovyevski kahramanlarına benzer repliklerle uzun uzun anlatan, aslında benliğini topluma karşı kurmaya çalışan ama her seferinde mağlup olan Simon Alman Edebiyat geleneğinin güvenilmez, hiçbir işe yaramaz, avare ve sefil kahramanlarının çağdaş bir örneği.
İlk bakışta gevşek kurgulanmış gibi görünüyor. Robert Walser Simon’un oradan oraya, kentten küçük bir taşra kasabasına, kasabadan Paris’in ışıltılı caddelerine savruluşunu birbirinden kopuk hikayeler şeklinde aktarıyor. Ancak roman bittiğinde gevşek dokunun ne kadar sıkı olduğu fark edilecektir. Tıpkı Robert Walser’de “önemsizliğin ağırlık, dağınıklığınsa dayanıklılık” olması gibi.
Ruhun esir düşmesi
Simon hiç bir işte tutunamaz. Tutunmak da istemes. Geleceği değil bugünü kazanmak niyetindedir o. Herkesten farklı olmak, yalnız kalmak, hiyerarşiye ve düzene ayak uydurmamak isteği bir başkaldırı biçimidir. Ama henüz şekillenmemiş, “kuvvadan fiile” geçememiş, kendisine yönelen bir iç sıkıntısına indirgenmiş ve her zaman baş edemediği tuhaf bir başkaldırı. Yalnızlıkla baş edemediği durumlarda ruhunu kalabalıklara kolayca teslim edecektir Simon;
“Bir zamanlar dağlardaki otlaklarda özgürce dolaşan, bir avcı gibi çıplak göğün altında uyu-yan ve önünde uzanan dürıyayı yayan ve genişleten manzaraların tadını çıkarırken havayı bile fazlasıyla dar bulan, dışarıda, her mevsimde ve her türlü hava koşulu altında arayarak ellerini oğuşturarak ve nefes nefese kalarak yürürken güneşin daha kavurucu, rüzgârın daha azgın, gecenin daha karanlık ve soğuğun daha acımasız olmasını arzulayan Simon, şimdi küçük bir mutfağa tıkılmış, üzerinden sular damlayan ılık bir tabağı kuruluyordu. Memnundu. ‘Böylesine engellenmiş, kapatılmış, kısıtlanmış olduğum için çok memnunum,’ dedi kendi kendine, ‘insan neden hep uzakları ister, bir de özlem duyar üstelik, oysa çok daraltıcı bir şey özlern! Burada mutfağın dört duvarı arasında, daracık bir yere sıkışmış durumdayım, ama kalbim geniş ve alçakgönüllü görevimden aldığım hazla dolu.’”
Simon’un teslimiyeti sadece bireysel çözülmeyle ilgili değil. Maddi sıkıntılar, kardeşleri tarafından sürekli düzene uyması yolunda yapılan telkinler, etrafındaki diğer insanların olup bitenleri sessizce kabullenişleri, başarının maddi değerlerle ölçümü, bunların hepsi Simon’un zaman zaman içine düştüğü çaresizlik ve teslimiyet duygusunu körüklüyor. Bireyin topluma, baskıya, otoriteye boyun eğme süreçlerini Simon’un çatışmalı kimliği özelinde çok iyi yakalayan Robert Walser, Avrupa’da faşizmin yükselişinin diyalektiği birey ve toplum ilişkisi üzerinden sergilemiş;
“Simon ondan azar işitmiş olduğu için çok mutluydu. Sıcak, kavrulan, insansız sokaklarda sallana sallana yürürken, amaçsızca dolanırken, kızgın, iğneleyici bir azar, bir sövgü, bir beddua ve kırıcı bir haykırış işitmek için kalbinde ne çok özlem hissetmişti, yapayalnız olmadığına, kaba ve dışlayıcı bile olsa ilgiden büsbütün yoksun kalmadığına emin olabilmek için. ‘Ne sevimli çıkıyor bu azar onun o kadın ağzından,’ diye düşündü, ‘nasıl bağlıyor beni ona, bağlıyor, birleştiriyor, zincirliyor beni, insan böyle bir azarı, yaptığı bir hata yüzünden yediği, hiç de öyle can yakmayan, küçük bir tokat gibi hissediyor,’”....
Daha sonra Kafka ve Musil’in romanlarında göreceğimiz bireyin topyekün yenilgi ve teslimiyetidir Simon’un içine düştüğü durum. Dünya anlaşılamz dev bir labirente dönmüştür. Bireyler bu dünyadaki varoluşları bile hatadır. Nedenini bilemedikleri cezalarına katlanabilmek için kendi cezalarını kendileri doğrularlar. İçine düştükleri durumun komikliği trajediyi arttırmaz. Çünkü bu dünyada bireyin varolunun trajik bir yanı bile kalmamıştır. Kafka gibi Robert Walser de (ya da tam tersi) çaresiz kaldığı boğuntuyu ve onun hem tamamlayıcı bir parçası hem de nedeni olan bölünmüş karanlık dünyayı herkesten daha fazla içinde duyumsayarak yansıtmışır.
Walser işte bu dünyayı büyük bir ciddiyetle ama tam da bu ciddiyetten yayılan komiklikle anlatıyor. Aslında bütün roman arkasındaki varoluşsal korkuları gizlemeyen eğlenceli oyunlar şeklinde kurgulanmış. Kişisel gözlemlerini başka metinlere –mesela “Don Quijote”a, “Budala”ya- yaptığı göndermelerle sevimli ve özgün bir şekilde iç içe geçirirken, pulp fiction ile yüksek edebiyatı birleştiriyor.
Kitap çıktıktan iki hafta sonra, nasıl bir tepki almış diye bakmak geldi aklıma. Tabii (bekleneceği üzere) sadece yayınevinin basına verdiği, basmakalıp laflar. Gördüğüm kadarıyla, kitap okunduktan sonra yazılmış yegane değerlendirme bu. Düzeltilmesi gereken ayrıntılar var tabii (mesela Walser'in bir değil, iki kız kardeşi olması gibi), ama bunlar o kadar da önemli değil. Ben en beğendiğim cümlenin düzeltilmesini daha önemli buluyorum (paradoks böyle bir şey): "Walser işte bu dünyayı büyük bir ciddiyetle ama tam da bu ciddiyetten yayılan komiklikle anlatıyor." Ben olsam şöyle söylerdim: "Walser işte bu dünyayı büyük bir komiklikle ama tam da bu komediden yayılan ciddiyetle anlatıyor." Teşekkürler.
Yeni yorum gönder