Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Muz Sesleri: Beyrut’un Kalbinin Ece Temelkuran’a Emaneti



Toplam oy: 1610
Ece Temelkuran
Everest Yayınları

“Niye? Çünkü her insanda öyle bir yer var. İnsan kaybolmak ister çünkü. Bakma sen söylediklerine, insan kendini feda etmek ister. Bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada, bir hikayede erimek ister. Başka türlü katlanamaz aslında kendine.”

Bir ömre kaç hayat sığar, kaç hikaye? Ya insan yaşadığı yere benzemek istemezse? Biz yaka kartlarımızı göstere göstere planlar yaparken yukarıdan bize gülen bir Tanrı varsa hele? Biri, kendi acısını dünyanın merkezinde görmekten utanıp, biri olmadan var olmanın yollarına düşerse? Bu yüzden kendini kaybetmek isterse, Beyrut, Oxford, Paris üçgeninde? Şarkıdaki gibi; “Bir yol ağzında bulsunlar hiçliğimi / Umrumda bile değil söksünler rütbelerimi” diyip dünyayla konuşmak isterse?

Dünyanın dili, herkese Ece Temelkuran’a olduğu kadar cömert midir bilinmez ama Beyrut’un kalbinden bugüne kadar anlatılmamış naif hikayeler sunmuş ona. Latife Tekin Muinar’da “Baktığın her şeyle aranda bir söz olsun” der. İşte Ece Temelkuran da dokuzuncu kitabında; savaşın buyurduğu düzenin ortasında,  incelikli ve insani bir algıyla baktığı şeylerle arasındaki sözü yazmış bize.

Muz Sesleri; Toz, Biz ve Siz olarak üç bölüme ayrılmış. Tozu, haritasının rengine kadar işlemiş Ortadoğu’da, kitabın dediği gibi “Toz önce her şeyi bulanıklaştırıp sonra berraklaştırıyor.”

Ece Temelkuran, Beyrut’u ve aşkı eşine kolay rastlanmayacak bir dille anlatıyor. Bize ve kendine uzaktan bakıyor önce. Sonra kaybediyor kendini Beyrut’un hikayeleri arasında. Beyrut için –aslında aşk için de- “Her şeyden ve herkesten koparır seni. Kendinle baş başa bırakır . Sana kendini itiraf ettirir.” diyor. Kaybettikçe, önce başkalarındaki kendini, sonra kendindeki başkalarını buluyor. Biz ve siz oluyor. Ben oluyor, hiç oluyor. Söyleyeceklerini alışılmış Doğu söylemlerine karşı durarak söyleyip biz’in içinde eriyerek Ortadoğu’nun tozundaki hakikatte yol alıyor. Bizi de yanında götürüyor. Ne kadar görmezden gelsek de, bize dünyanın neresinde olduğumuzu hatırlatıyor.

Avrupamerkezci Oryantalizmin; hikayelerini yağmalayıp tektipleştirdiği Ortadoğu’ya bakışındaki (pis, çorak, sıkıcı, rasyonel olmayan) kadraja daha önce alınmayanları alıyor. Batı tarafından belirlenmiş ve bizim bilinçaltımızda da önkabul halinde bulunan Doğu algısının Beyrut’ta bile ne kadar kozmopolit bir yapı sergileyebileceğini gösteriyor. Beyrut’un tozunun “aslında ne olduğunu” en berrak haliyle bize aktarıyor.

Beyrut’a ve dünya düzenine, hiçbir zaman eyvallah etmediği politik vicdandan ayrı olarak gelişen  mutlak vicdan algısıyla bakıyor… Bize “insanların bir yanlışlık gibi öldüğü Beyrut”tan incelikli aşklar anlatırken politikayı seksin ve aşkın alanına dahil ediyor. Herkesin birey olmaya özendirildiği, dünyevilikten uzaklaştırıldığı, politikadan yalnızca kirli bir şeymiş gibi bahsedildiği günümüzde, insanın; dünyanın ve insanlığın haliyle ilgili duyduğu  kaygının ne kadar da olması gereken bir şey olduğunu ve hayatlarımızı nasıl daha anlamlı kıldığını gösteriyor.

Muz Sesleri; güçlü kurgusuna rağmen, en kurgulanmış haliyle bile gerçeğini koruyor.  Felsefesi, didaktikliği minimize edilmiş tarih bilgisi, ayakları yere basan metaforları ve betimlemeleriyle insana ve aşka iyi gelen, altı çizilecek pek çok cümle sunuyor.

Ancak  kitabın ilk 30 sayfasında kitap genelinde sizi nasıl bir zenginliğin beklediğini tahmin etmeniz sezgisel yollarla mümkün yalnızca. Çünkü kitaptaki tempo ve belirginlik bu sayfaların meydana getirdiği temelden sonra oluşmuş.

Gücünü yarınsızlıktan alan ve Ece Temelkuran’ın tutkuyla bağlandığı Beyrut var kitapta... “Herkesin birbirinde ya da hayat içerisinde eriyemeyecek kadar katı” olduğu Oxford ve Oxford’un kendinden ve tuğlalarını kimsenin yerinden oynatamayacağından emin akademiası var. Kaybolmaktan güzel şey mi var dedirten Paris’te başlayan ve insanın kendi olmasını mümkün kılan bir aşk var; eski çocuk kitapları gibi kokan...

Beyrut’un Jetawi Yokuşu ve oranın her an dibe vurabilecek ve dibin esnekliğiyle her an yukarı çıkabilecek farklı kimliklerdeki insanlarının belki de en çok sahip oldukları şey olan politik bakış açılarıyla beslenip güzelleşen aşkları, içinde erimeyi seçtikleri hikayeleri, korkuyla korkusuzlaşmaları var. Portakal çiçeklerinin kokusu var. Baktıkça güzelleşen adamlar var, şefkat gösterdikçe iyileşen kadınlar.

Şatila Mülteci kampında Doktor Hamza var; “Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur. Ne mutluluktur öte yandaki ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: Bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür.” diyen. Kitaptaki en hazin aşkı o yaşamış eşi Michelle’le. Kızını Beyrut’tan göndermek zorunda kalmış. Gönderirken de ona bir hikayesi olduğunu bilmesi için mektuplar bırakmış. “Bu topraklarla ilgili bilmen gereken tek şey var Filipinam: Herkes herkesi öldürdü” diye yazıyor bir mektupta. Yazdıkça acısı Beyrut’un tozuyla savruluyor. Hamza’nın kızı Filipina var; annesinin, babasının, kendisinin çok uzakta gibi görünen hikayesini Beyrut’un tozuyla kendine yakın etmek isteyen . Marvan var; görüntüsü zarafetine bir türlü yol vermeyen ama bakıldıkça da içinde daha iyiler görünen. Filipina’ya iki bisküvi üzerine binbir özenle lokum sürerken Ece Temelkuran’a yazdığım en güzel şey dedirten. Filipina’ya başka bir hayatın kapısını aralayan...

Oxford’da İslam ve yoksulluk politikaları üzerine master yapan Deniz var. Oxford’a hiç benzemek istemeyen ama ancak benzerse kabul göreceğini bilen... Tekinsizlik ve kırık döküklük özlemiyle masanın iki yanına iki büyük minder koyup kendine çocukluğundaki / çocukluğumuzdaki gibi ev yapan, o evin içinden kardeşine mektup yazan. Mektubunu: “Kadında zaman geçmez. Sakın iyileşmek için zamana güvenme” diye bitiren. İleride Beyrut’tan yarınsız bir zamanın, yaraları nasıl görünmez kıldığını öğrenecek olan.

Tunç var; Deniz’in Oxford’daki sevgilisi, milyondolarcılık oynarken kötü hiçbir şeyde payının olmadığını iddia eden… Ama Deniz kendine soruyor: “Bir insan dünyayı komodinin üzerine koyabilir mi sevişirken? Öyle olmuyor insan nasıl yaşıyorsa öyle sevişiyor. Halkların kaderlerine omletle balık arasında karar veriyorsan öyle öpüşüyorsun, öyle tutuyorsun diğerini. İnsan vicdansızlarla nasıl sevişir çok güzel olsa bile ağzının tadı.”

Deniz ve tez danışmanı arasında geçen zorlu Ortadoğu konuşması Deniz’in kırılma noktası oluyor ve kusursuz metaforlarla beraber Beyrut’a gitme zamanı geliyor. Yolu önce Paris’ten geçiyor. Orada Tunç’a hiç benzemeyen Beyrut’lu yazarımız Ziad’la tanışıyor ve onda gördüğü aşkın o tekinsiz kapısından içeri giriyor. Böylece politikayla, seksle, Arapçayla, aşkla, daha önceden fark etmediği bir kendiyle daha güçlü ve gerçek bir hikayeye başlıyor.
Aşktaki (ve Beyrut’taki) tekinsizlik, çocukken masa altlarında yaptığımız ve kendimizi başka bir hayata sakladığımız o izole ama hikayesini bizim yazdığımız evler gibi geçici bir sığınağı güvenli ve kalıcı yapma hayalini de beraberinde getiriyor. Kitabı bitirince Beyrut’a gitmek için bir çok geçerli “bahanemiz” oluyor.

Ece Temelkuran’ın içinde o kadar çok göz var ki dünyaya onbin yerden bakıyor. Böylelikle de ortaya çok katmanlı, samimi ve özgün bir roman çıkıyor. Muz Sesleri, bu yüzden insanın taa içine dokunuyor ama popüler kültüre malzeme olamayacak kadar da ayrı bir yerde duruyor.

Kurtlarla Koşan Kadınlar isimli kitaptaki cantadora*lar gibi Ece Temelkuran. Biriktirdiği hikayelerle nesiller boyunca aktarılacak bir hayatlar bilgisi işlenmiş “gümüşten omurgasına”.
Yarım kalmış bir hikayeden daha çok kanayan bir şey olmadığını bilip anlatıyor şefkatle, kanatmadan. Anlattıkça çoğalıyor. Hayatiyet fışkırıyor her yaradan.

Ortadoğu’nun tozunun içinde sarılıp sarmalandıkları emin bir yer bulmuş şimdi o hikayeler; dünyanın hazin yüzünün güzel hikayeleri... Beyrut’un kalbinin Ece Temelkuran’a, “nadir bir peri”ye emaneti.
 

*Eski öykü derleyicisi

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.