Kentlerle kurduğumuz ilişki de diğer canlılarla ve nesnelerle kurduğumuz ilişkiye benzer. Kentlerin ötekilerden farkı kapsayıcılıkları, bir tür “kap” olmalarıdır belki. İçinde insanları, nesneleri, şeyleri, yeni kavramları, kokuları, görüntüleri, estetiği barındıran, onlarla şekillenen vücut, kişilik bulan bir kap. Tarihi, mimarisi, insan bileşimi, barındırdığı kültürler, iklimi, tüm bunlar her kente tıpkı insanlar gibi kendisine özgü bir kişilik, renk verir. Bir kente vurulursanız, sevgilinin kokusunu özlemek gibi o kentin kokusunu özlersiniz. Kentlerden etkilenmemiz kişisel tarihimiz, varoluşumuz ve estetik şekillenişimizle de yakından ilintilidir şüphesiz. Duygularımızın oluşum sürecinde nelerle beslendiği, neleri yücelttiğimiz, mantıklı mantıksız hayranlıklarımız elbette temelden ya da kıyıdan köşeden popüler kültürün etkileri ve elbette beklentilerimiz... Tıpkı sevgi ve aşk gibi tarihsel duygu süreçlerinin öznesi ve nesnesidir bizim için kentler. Onlara aşık olabilir, bağlanabilir, delice özleyebiliriz. Aşkın uyardığı, harekete geçirdiği enerjimiz akacak bir mecra arar. Kimi genç aşıklar için şiirdir bu mecra. Kent romantizmi, tıpkı tüm diğer romantizmler gibi yaratma güdüsünü canlandırır, tetikler. “Bu kenti yazmalıyım!” Duygulanımların emri budur. Her yazma emri gibi insanı kağıda ve kaleme doğru hızla sürükler. Kentin içimize doldurduklarını bir an önce boşaltarak rahatlamak isteriz. Kentten bize doğru akan kesintisiz enerjinin bizim dolayımımızla yeni bir forma kavuşması, yani bir anlamda kentin aşkı ile hesaplaşmamız gereksinimi. Ama bir kenti ne zaman ve nasıl yazmalı? Tıpkı bir aşkı yazmak problematiği gibi.
Ece Temelkuran'ın Beyrut şehri ile kurduğu ilişkiye bir aşk ilişkisi demekte beis görmüyoruz. Zamanının bir kısmını bu kentte geçiriyor olmasından, beyanlarından ve nihayetinde kenti merkeze alan roman teşebbüsünden bunu anlıyoruz. Anlaşılan çevresine Beyrut aşkından, bu aşkın kendisinde uyandırdığı romana kaynak teşkil eden duygu ve düşücelerinden o kadar çok söz etmiş olmalı ki, Yaşar Kemal, “Git ve yaz” demiş, o da bunu kitabının, romanlarda pek rastlanmayacak uzunluktaki ithaf sayfasına eklemiş.
En zor soru şu sanırım: Kent bizi aşkı ile adeta tatlı tatlı boğar, soluksuz bırakır, ondan uzak kaldığımızda yokluğu ile içimizi oyarken biz o kenti anlatmaya karar verdiğimizde, nasıl anlatacağız? İçine bir tutam da aşk mı katmalı? Kent on yıllardır adeta savaşın sembolü olmuş ve bugünkü hâli savaşsız anlaşılabilir değil ise savaşı bir kenara bırakabilir miyiz? Ortadoğu'nun kavşağı, dinlerin, ırkların geçiş ve yerleşme noktası ise tüm bu çeşitliliği de mi aktarmalıyız? Ya politika? Ya tüm bunların hem içinde hem dışında olanlar, batılılar, doğulular? Batılıların oryantalizmi, yazarın Orta Doğu hassasiyeti. (bir zamanların Ant dergisinin 'Ortadoğu Devrimci Çemberi' formülasyonu geldi aklıma) liste uzayıp gider, hele o kent Beyrut ise. Peki tüm bunları bir roman formatı içerisinde buluşturmak o romanı çok katmanlı yapar mı? Yapabilir de yapamayabilir de, o noktada romancının becerisidir belirleyici olan. Elbette ardından romanın klasik, modern ya da post modern sorunsalları gündeme gelir: karakterlerin rolü ve önemi, kurgu, anlatıcının yeri, vs. Tüm bu karmaşık sorun yumağının içerisinden başarı ile çıkabilen sanatsal dehadır. İçerisinde boğulan ise en uygun deyişle erken açmış, iyiniyetli edebiyat öğrencisi.
Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri romanı, Internet, TV ve medya destekli pazarlama kampanyası ile gündemimize getirildiğinde okuduklarım, özellikle de yazarın söyleşilerinden işittiklerimle belli bir beklenti yaratmıştı bende. Aklımda kaldığı kadarı ile oldukça kendinden emin bir şekilde çok katmanlı bir roman yazdığından, her katmanından ayrı ayrı ya da bir bütün olarak okunacağından bahsediyordu yazar. Yazara inandım, şimdiye kadar yaptıkları, çabası, enerjisi, ürettikleri hesaba katıldığında inanılmasını destekleyecek bir birikim vardı ortada. Her ne kadar insanın kendi üretimine mesafeli yaklaşması, hele de konu edebiyat olunca, kendi yaratısı üzerine konuşması konusunda çok çekincelerim olsa da, bu kadar kendinden emin olduğunu görünce “Demek ki ortada iyi bir iş var, almalı ve okumalı” düşüncesi ile kuşandım.
Ece Temelkuran'ın şiirsel bir dil oluşturma saplantısı var. Bunu şiirimsi kitaplarından da biliyoruz. Duyguları aktarmaya çalışan bir çaba bu. Acemi şairlerin ferahlaması gibi yazan için ferahlatıcı olabilen bu uğraş, okuyucu için sıkıcı bir hâl alabiliyor. Romandaki bütün bölümlerin giriş cümlelerinde dildeki bu zorlamayı ve uğraşıyı görüyoruz. Bir kaç bölüm okuduktan sonra, bir sonraki bölüm nasıl bir zorlama ile başlayacak beklentisine giriyor insan. Üstelik bu kallâvi girişlerden sonra arkası gelmiyor. Dolayısıyla okumayı yapısal olarak zorlaştıran, gayet dağınık kısa bölümlerin bir ağır girişler, bir de geri kalan kısımları var. Yazma biçimi ile ilgili ikinci konu: aforizma üretme saplantısı. Ece Temelkuran büyük lâflar söylemeyi çok seviyor, iddialı, alıntılanacak cümleler, deyişler kurayım istiyor. Ama bu metnin genel yapısı ve akışı içine yedirilmediği zaman, ki genellikle öyle oluyor, sırıtıyor. Roman, içerisine aforizmalar serpiştirilen bir anlatı türü değildir. Röportaj kitapları ya da köşe yazıları bu iş için daha uygun ortamlardır. Belki de o ortamlarda okuyucusu tarafından sevilen ve benimsenen bir özelliği romana taşımaya çalışmış.
Romanda çok şey anlatma arzu ve isteği ile bir dizi kısa bölümle pat diye ortaya atılan o kadar çok karakter var ki, kitabın yarısına gelmeden kim kimdi karışmaya başlıyor. Daha doğrusu bir diğerinden ayırt edilemeyen bir “isimler dizisi” oluşuyor. İsimler dinsel ya da etnik aidiyeti dışında pek bir şey ifade etmiyor, işte Marwan Suriyeli, Hâdi Bey, Zeynab Hanım'ın kocası, Setanik Ermeni, Jan Falanj, efendim Wissam, Sünni Filistin, güya başrollerden birisinde olduğu halde diğerleri kadar bile canlanmayan Filipina Filipinli, onun arkadaşları, Türk kadrosundan Deniz, Tunç, öte yandan batılı akademia portreleri çizme teşebbüsleri... Peki ya sonra? Bu karakterler aslında kendileri olarak ve kendileri için ya da hepsi birden roman için varolmuyorlar, yazarın bize akatarmak istediklerini anlatma aracı olarak dekor malzemesi olarak bulunuyorlar. Ortada bir edebiyat tekniği paradigması sorgulamasından da bahsedemeyeceğimize göre, yani bir romancı olarak Ece Temelkuran'ın karakterlerin romandaki varlığı ve işlevi ile ilgili bir derdi olmayıp, konuya gerçekçi okulun çerçevesinde yaklaştığını varsaydığımızda, bunlar Balzac'ın kontrolü ele geçiren karakterlerinin tam tersine, bırakın canlanmayı, ikinci boyuta bile ulaşamayan, yazarın kentle ilgili duygu ve düşüncelerini aktarma aracı olmaktan öteye işlevi olmayan bir kalabalık hâlini alıyorlar. Kuşkusuz bu karakterlerin birbirleri ile olan ilişkileri betimlenmeye çalışılıyor, ama belli bir hacimde o kadar çok karakter ve o kadar çok farklı olay bir arada anlatılmaya çalışılıyor ki, bunlar karakter eskizleri olmaktan öteye geçemiyor.
Neyse uzatmayalım, oldukça keyifsiz ve zorlama bir okuma sürecinden sonra, acaba ben mi bir şeyleri karıştırıyor ve kaçırıyorum diyerek ikinci kez, evet yanlış okumadınız, ikinci kez okudum. Hayır, ilk deneyimime olumlu hiçbir şey eklenmediği gibi, gözüme batan Türkçe hataları, diyalog problemleri, Türkçe gibi konuşan Beyrutlular eklendi. Beklentilerle oturduğum sofradan aç karnına kalkıverdim.
Nasıl yaşadığınız aşkın büyüklüğü sizi en büyük şair yapmıyorsa, kentle aranızdaki büyük aşktan da öyle kolay kolay iyi roman çıkmıyor. Aşk böyle aldatır insanı. Aşkı var eden sırlardan birisidir, göz boyayıcılığı ve aldatıcılığı. Muz Sesleri ile Ağrı'nın Derinliği'ni yan yana düşündüğüm zaman, ilkini ikincisinin roman formatına doğru bükülmeye çalışılmış hâli olarak görüyorum. Muhtemelen yazar da başlangıçta bu ikilemi yaşamış olabilir: Bir röportaj veya deneme formatında mı olsun, yoksa roman mı? Roman tercihi sanırım en azından okuyucuların büyük çoğunluğu ve edebiyatımız açısından için iyi bir tercih olmamış. Ancak romanın, yazarın sadık hayranları ve kitapları içindeki aforizmaları ayıklamak için okuyanlar gibi belli bir kitle tarafından da beğeniliyor ve beğenilecek olması, genel beğeni dağılımı ilkesi ile de gayet uyumlu olacaktır.
Beyrut bu kapsamda romanımızda ilk kez yer almıyor. Bu vesile ile geçtiğimiz yüzyıl başındaki Beyrut ve Halep'te geçen, otobiyografik niteliği de olan Refik Halid Karay üstadın güzel romanı “Sürgün”ü yâd etmiş olalım.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder