Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"MUZ SESLERİ"Nİ DUYMAK GEREKİR



Toplam oy: 2106
Ece Temelkuran
Everest Yayınları

"...Tahta bir kutunun içinde, üzerlerinde insanların kaderleri yazılı taşlar yuvarlanıyor Beyrut'un elinde. Aklı başında şehirlerde, aklı başında hikayeler yazılıyor şimdi. Ama muz sesleri, herkesi hiç kimse yapan o gürültüde duyuluyor yine de...Çuk...çuk...çuk... Tam yaranın içinde."

Böyle bitiriyor Ece Temelkuran "Muz Sesleri"ni. Muz Sesleri, tanıtım nedir, eleştiri nedir; tanıtım cinayet olabilir mi, eleştiri nasıl yapılır; nasıl yapılırsa iyidir, okura yararlıdır gibi konularda düşündürttü beni. Yazının devamında Muz Sesleri'nden bölümler aktaracağım, bir kitap okuru olarak, 'eleştirmen' sıfatına sahip olmayan ve de böyle bir amacı bulunmayan biri olarak; sadece heyecanlanan, edebiyattan elde edilebilecek mutluluğu yakaladığını hisseden ve, evet, böyle de düşünen biri olarak.

Muz Sesleri üzerine Türkçe Dili'nde yazılmış yazılardan, tamamını demeyeyim, ama bir bölümünü okudum, ancak, "Heyecanlanacaksınız, 'insan' denilen türün nesneden özneye dönüşümüne büyük bir katkı olarak göreceksiniz bu kitabı, derinliğine hayran olacaksınız," mealinde bir ifadeye rastlamadım. Yanlış anlaşılmayayım, kimseye, eleştiri ya da tanıtım yazısı yazan hiçbir insana 'eleştiri' yöneltmiyorum, ancak okuma denilen eylem üzerine de bir kaç satır yazmaya, kendim şahsen, engel olamıyorum.

Neden okunur diye de sorulabilir, ben, "Ben neden okuyorum?" diye sorayım, yanıtını vermeye çalışayım önce. Ben, beni zenginleştireceğini, geliştireceğini, yükselteceğini umduğum için okuyorum. Bu yüklemleri rahatlıkla çoğaltabiliriz, bunlar için okuyorum. Bu nedenle de, sevdiğim kitaplar için yazıyorum –eleştirmenlerin böyle bir konforu yok, biliyorum- ve paylaşmak istiyorum.

Ece Temelkuran, okurlarına uzun bir metin armağan etmiş ve nesne haline dönüştürülmüş edilgen insandan, özne olmaya niyetli etkin insana evrimleşmenin –isterseniz devrimleşme de diyebilirsiniz- yollarına ışıklar serpmiş.

Nasıl?

Doktor Hamza'nın, kızı Filipina'ya yazdığı mektuptan:

"...Tatlı kıbbem,
Bu gece bitince ne yapacağız, bilmiyorum. Hep birlikte beklediğimiz o sabah gelip de bu savaş bitince... Hepimiz, sadece 'ülke' adlı bir gemi batıp 'savaş' adlı bir adaya düşünce işe yarayan adamlarız. Eger bir gün 'kurtarılırsak' bu felaket adasından, hiçbir karşılığımız kalmayacak.

Bu gece bittiğinde erkeklerin yatacak yeri olmayacak. Kendilerinde saklanacak, haklı çıkacak bir yerleri, olmayacak. Silahları ve tehlikeleri elinden alındığında, seviştikleri kadınları sabah görünce kaçmak isteyen oğlan çocuklarına benzeyecek bu şehir.

Savaş bizi daha yakışıklı gösteriyor Filipina. Eğer bir gün biterse, erkekler sökülmüş lunapark oyuncaklarına dönüşecek, çürümüş plastiğimiz ortaya çıkacak. Plastik olduğumuz ortaya çıkacak. Kadınlar her sabah kalkıp başka bir hayata başlayabilirler, ama erkekler...Bu topraklarda erkekler öyle bir yerinden yaralı ki Filipina, ne kadar sevsen geçmez.

Kadınlar hep yeniden başlayabilirler Filipina. Ama erkekler... Onlar, savaş olmazsa kabuğunu sürükleyen bir salyangoza benzerler. Kabuklarımızı alırlarsa bizden geriye, gezdiği yerlerde sümüğünü bırakan böcekler kalır. Belki de, tıpkı çocukların salyangozlara yaptığı gibi hepimizin üzerine tuz döküp öldürmeliler. Bana sorarsan tatlı kıbbem, savaşı görmüş insanları barışta sağ bırakmamalı. Çünkü onlar, savaşı koyunlarında uyuturlar. Bir gün yeniden yakışıklı olma hayalı o kadar güzeldir ki barışta onlara güvenemezsin.

Bizim derdimiz ne biliyor musun Filipina? Annelerimizin intikamını almak için büyüyoruz biz. Lanet olası savaşın, tozun toprağın içinde her gece kırık oğlan çocukları büyüyor. Annelerinin babaları yüzünden nasıl ağladığını izleyen oğlan çocukları. Anneleri onlara o kadar aşık ki, yavaş yavaş büyüyüp babalarına benzediklerini görmüyorlar. Her gün biraz daha annelerinin kocası olarak ihtiyarlıyorlar küçükken. Bir gün bir kadın geleceğini sanarak büyüyorlar. Bütün bu saçma denklemi değiştirecek bir kadın. Ama gelse alacak yerimiz yok. Çünkü annelerimiz gibi ağlamayan kadınları nasıl seveceğimizi bilemiyoruz biz."


Şimdi soluğunuzu bırakabilirsiniz. Ece Temelkuran'ın kestiği soluğunuzu. İnsan üzerine yazılmış –öyle ya, tüm kitaplar insan üzerine yazılıyor bir yerde- kitaplıklar dolusu yapıtı süzmüş Temelkuran, size damıtmış. Onun, "Tanıtım biraz fazla abartıldı, bu kadarını beklemiyordum," gibi bir cümlesini okudum gazetelerin birinde, 'çağdışı' denebilecek kadar alçakgönüllü, romanının tadına ne ölçüde varılabileceğinden, umutsuz demeyelim de, biraz temkinli gibi.

Devam:

"...Çünkü dünya Beyrut olmak istiyor durmadan. Beyrut gibi, mahalleleri tanrılardan, tanrılar üzerine uydurulmuş hikayelerden... Olacak. İnsanlar da Beyrutlu olacak sonunda. Kendi hikayeleri içinde kaybolan, kaybolmak için kendine hikaye arayan... Artık hafızasına değil, hikayelere inanan... Sorulardan geriye sadece cevaplar kalacak. Geriye sadece cevapları olan insanlar kalacak. Kavganın kuralı bu; öfkesi büyük olan kazanacak."

Ben, böyle okuyorum Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri'ni.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.