Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Márquez’in gözünden homo sovieticus



Toplam oy: 420
Gabriel Garcia Marquez // Çev. İnci Kut
Can Yayınları
İyi bir haber: Demir Perde denen şeyin “ardında” neler yaşandığını anlamak isteyenler için güvenilir bir edebi kaynak ilk kez Türkçede yayımlandı.

Homo sovieticus denen insan türünü pek tanımıyoruz. Halbuki çok değil, 1989 yılına kadar bu insan modeli dünyada resmen yaşıyordu. Sovyetler’in çöküşünden sonra da kimileri için bir nostalji nesnesine, kimileri için de alt edilen bir tehlikeli türün kötü hatırasına dönüştü. Ama dünya tarihinde şöyle ya da böyle, sosyalist-komünist varoluş şekline dair bir boşluk var: “Öyle” bir dönem hiç var olmamış gibi.  Bu “boşluk”un Batı usulü bir karşı-propagandanın ürünü olması muhtemel, zira kapitalist mantığa uymayan bu varoluş ve yaşam şekli bir “Demir Perde” metaforuna ve zoraki unutuluşa terk edildi. Sanki tarihte bir anomali olarak görülmesi gereken bir şeydi homo sovieticus. Kapalı bir kozanın içinde yaşayan tuhaf, özgürlükten yoksun ve “tembel” bir insan türüydü. Yetmiş küsur yıl hüküm sürmüş Sovyet rejimini Stalin diktatörlüğüne (ki böyle bir şey var, evet) indirgemeye çalışan resmi (kapitalist) tarih anlatıları, medya ve müfredat desteğiyle, homo sovieticus’u bir anomali ya da ucubeye dönüştürmekte hiç zorluk çekmedi. O varoluş biçiminin aslında dünyayı -en azından kağıt üzerinde- bir cennete çevirecek ütopik bir siyasi projenin özgürleştirici yönlerini de taşıdığına dair anlatılar pek dolaşıma giremedi.


Bu açıdan iyi bir haber: Demir Perde denen şeyin “ardında” neler yaşandığını anlamak isteyenler için güvenilir bir edebi kaynak ilk kez Türkçede yayımlandı; Márquez’in Doğu Berlin’den Moskova’ya kadar yaptığı yolculuğun kayıtlarından oluşan gezi notları. Márquez gibi rasyonelden çok “büyülü” olanla ilgilenen bir büyülü-sosyalistin bu rasyonel devrim projesine (bazen aşırı rasyonel!) dair gözlemlerini okumak son derece zihin açıcı; zira ikili Soğuk Savaş mantığının dışında duran bir Latin Amerikalı olarak hem kapitalistleri (tabii ki) hem de sosyalistleri eleştirebiliyor, ve dahası, o müthiş hikaye anlatıcılığıyla iki “taraf”ta da var olan absürdü açığa çıkarabiliyor.

 

 

 

“Bir kaldırım sosyalist, öteki kapitalist”   

 

Márquez, notlarına kapitalist propagandanın son derece farkında olduğunu belirterek başlıyor: “İnatla sürdürülen bir propaganda… insanın sağduyusunu, sonunda metaforları kelime anlamıyla kabul etme raddesine getirene kadar yok ediyor.” Bahsettiği metafor, tabii ki Demir Perde metaforu: Bir demir perdenin ardında yaşayan “komünizm tutsakları” görüntüsü. Márquez’in bu geziyi, bu geziye çıktığı 50’li yıllarda (Soğuk Savaş’ın en hararetli yılları) çok yaygın olan bu yaratılmış intibayı kırmak ve başka türlü bir hali göstermek için kullanıyor. Yol hikayelerinin en can alıcı yönlerinden biri de budur zaten: fiziksel olarak bir yerden bir yere yol alan karakter, resmi anlatıların (ve propaganda mekanizmalarının) kurmaca sınırlarını aşar ve başka türlü bir gerçekle karşılaşma ihtimaline kavuşur.


Márquez’in yolculuğunun başlangıç noktası, iki zıt dünya görüşünü ve varoluş şeklini küçük bir mekanda bir araya getiren Berlin. Batı Berlin ile Doğu Berlin arasındaki Brandenburg Kapısı, bir boyut kapısı gibi: “Bir kaldırım sosyalist, öteki kapitalist.” 89’a kadar süren (ve halen de izleri devam eden) bu acayip ve yoğun yan yanalık, tabii ki dünya görüşü ve sistem kıyaslamaları için müthiş bir zemin oluşturuyor. Bir yanda Amerika kontrolünde bir “kapitalist propaganga ajansı” gibi işleyen Batı Berlin’in gösterişli binaları ve rengarenk reklam ışıkları, diğer yanda ise Sovyetler’in büyük anıtları ve parlayan kızıl yıldızı. İki dünyanın karşılıklı gövde gösterisi yaptığı bir kesişim noktası. Tabii ki her gövde gösterisi gibi, ikisi de karikatürize boyutlara ulaşıyor. İkisi de “insan”dan çok “sistem” denen şeyin bekası için tasarlanmış gibi duruyor. Ama yine de insan, Márquez’in yazdıklarından, Doğu Berlin’in kapitalist dünyanın mantığının dışında kalan bir kurtarılmış bölge olduğu hissine kapılıyor. En azından “başka türlü bir dünya.” Ve Doğu Berlin’de karşılaştığı halinden memnun, rahat ve “tembel” insanların ve genel yavaşlığın kapitalizme karşı bir panzehir olduğunu hissetmek, insana iyi geliyor.


Márquez, Sovyet rejimi denen (ve yekpare sanılan) şeyin Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan’da büründüğü farklı halleri ve bu coğrafyaların merkezi Sovyet rejimine gösterdiği iç direnci de kayda geçirdikten (ve böylece o tek tip diktatörlük anlatısını yıktıktan) sonra asıl noktaya, Demir Perde’nin merkezine ulaşıyor: Moskova.


Moskova kısmında Márquez, eleştirel bakışını sivriltiyor ve incelikli gözlem cümleleri kuruyor. Mesela Stalin’le Kafka’yı karşı karşıya getirdiği müthiş bir paragraf var. Kafka Sovyetler’in yasakladığı güya-burjuva yazarlardan biri. Ama Márquez burada çok iyi bir ironi yakalıyor: “Kafka’nın kitapları Sovyetler Birliği’nde bulunmuyor. Onun zararlı bir metafiziğin havarisi olduğunu söylüyorlar. Yine de Kafka’nın Stalin’i en iyi anlatan yazar olması mümkün.” Böylece Stalin döneminin kurduğu o adeta metafizik dokunulmazlıktaki bürokratik ve baskıcı rejimin Kafka’nın karanlık addedilen dünyasının ta kendisi olduğunu göstermiş oluyor. Rasyonalizme pek güvenmediğini bildiğimiz ve büyülü alanları hiç unutmayan Márquez’in tamamıyla rasyonel bir projenin nasıl bir irrasyonel baskı mekanizması yaratabileceğini görmesi ve göstermesi de hiç şaşırtıcı değil.

 

Velhasıl, homo sovieticus’u Márquez’den okumak insana iyi geliyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Servet Kesmen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.