Ne zaman Nabokov’un bir metnini ya da ona ilişkin bir yazıyı okusam, Rusya’dan ABD’ye yaptığı bitişsiz göç hikayesini düşünürüm. Öykü kahramanlarından en trajik anlarda bile esirgemediği sarkastik dille, yaşadığı sürgünü ülkesine olanların bir temsili olarak hatırlatıp “Siz benim nasıl yandığımı nereden bileceksiniz,” demek ister gibidir. Onun kendisini “acımasızca” eleştiren Sartre’a düşmanlığı da bu hissiyatımı güçlendirir. Bu “düşmanlık”, Sartre’ın Nabokov’un Cinnet’i (Despair) hakkında bir eleştirisiyle başlar. 1939’da kitabın Fransızca çevirisini okuyan Sartre der ki: “Umutsuzca kendine saldırmak ve yok etmek isteği, Nabokov’un karakterinin en temel özelliği gibi göründü bana. Çok yetenekli bir yazar, ama biraz demode. Akıl hocalarının kim olduğunu kestirmek zor değil, özellikle Dostoyevski... Fakat Dostoyevski yarattığı karakterlere inanırdı, Bay Nabokov onlara hatta roman sanatına da inanmıyor.” Nabokov 10 yıl sonra New York Times’da yazdığı bir Bulantı eleştirisiyle cevap verir: “Sartre kendilerini ‘varoluşçu’ ya da ‘yapısalcı’ diye adlandıran cafe filozofları arasında çok meşhur. 1938’de yazdığı Bulantı’nın İngilizce çevirisi bu sayede kendi çapında bir başarıya kavuşacaktır.” Devamında, Bulantı’da anlatılan hikayenin fazlasıyla “zihinsel” düzeyde kaldığını ve bir edebiyat metninin gerektirdiği derinliğe ulaşamadığını söyler. İki yazı aşağı yukarı aynı uzunluktadır ve iki yazar da “beni bu adamla meşgul etmeyin” der gibidir. Edebi olarak karşılaştırılabilir olmasalar da (Bulantı konusunda Nabokov’la aynı fikirdeyim), Cinnet’le Bulantı hayata aşağı yukarı aynı noktadan bakar ama başka şeyler görürler. Biri hayatın yüzüne, diğeri ise hayalarına bakarak konuşur. Sartre edebiyatta hayat hakkındaki politik önermelerinin estetik karşılığını ararken, Nabokov hayata meydan okuyup onu kendi kurduğu tuzaklara düşürmekle ilgilidir. Akla gelebilecek bütün ahlaki önermelere “hadi ordan, ben sizin cemaziyülevvelinizi bilirim” bakışıyla yaklaşır. Onun kahramanlarına güvenip canınızı emanet edemezsiniz. Gene de tedirgin eden bir kavrayıcılıkları vardır.
Bir an durup Nabokov’un babanız olduğunu hayal etmeye çalışın. Edebiyat çevreleri için heyecan verici bir metin olan Lolita yayınlandığında, oğul Dmitri 21 yaşındaydı. Sıradan insanların Dmitri’ye babasıyla ilgili nasıl sorular yöneltebileceğini tahmin etmek zor değil. Bu soruları önemsemesek bile, Sartre’ın dediği gibi “kendini yok etme” fantazisiyle yaşayan sevgili bir babayla ne yapmalı ki? Bu fantazinin kitaplardaki anlatıcılara yansımakla kalmayabileceğini düşünmek için sebepleri de var Dmitri’nin. Laura’nın Aslı’na (İletişim Yay. çev: Fatih Özgüven) yazdığı önsözde Lolita’nın da yakılmaktan son anda annesi Vera tarafından kurtarıldığını anlatıyor. Baba Nabokov’un yayınlandıktan sonra bir kitabın el yazmalarının hemen ortadan kaldırılmasını öğütleyen özdeyişi var sonra... Ve aynı baba ölmeden iki yıl kadar önce yazmaya başlayıp, sağlığı el vermediği için tamamlayamadığı son kitabının da yakılmasını vasiyet ediyor. Annenin 138 adet katalog kartına düşülen notlara kıyıp yerine getiremediği vasiyetin uygulanması kararı Dmitri’ye kalıyor. Dmitri 32 yıl bekledikten sonra el yazmalarını yayınlayacağını açıklıyor, 2009‘da. Kimileri soruyor: Bir oğulun yapması gereken bu muydu? Babasının vasiyetini yerine getirmesi gerekmez miydi?
Belli ki uzun olduğu kadar zorlu da bir hikaye bu. Baba Nabokov’un değil, Dmitri’nin hikayesi. Dmitri, bu yılın Şubat ayında 77 yaşında öldü. Tarihe “Vladimir Nabokov’un tek çocuğu, opera sanatçısı, aktör, çevirmen ve playboy” olarak geçti.
Kesinlikle bir roman değil
Laura’nın Aslı kesinlikle bir roman değil... Ne mi? Alışık olduğumuz sarkastik dille tasvir edilen birkaç karakter. Flora, Laura bazen Flaura, 20‘lerinde bir kadın. Yaşlı ve obez bir nörolog olan Paul Wild’la evli. Belli ki bu evlilik Flora için rahat yaşamak demek. Paul Wild ise ayak parmaklarından başlayarak kendini yavaş yavaş silme fantazileri kuran biri. Flora ile Lolita arasında bir nevi akrabalık olduğunu düşünmek için şahsen benim çok sebebim var. Ayrıca bu yarım romanın yazar karakteri Hubert H. Hubert’le, Lolita’nın Humbert Humbert’i arasındaki çağrışım köprüsü isimlerdeki ses benzerliğinden ibaret değil. Bütün bunlar Laura’nın Aslı’nın (Türkçe çevirisine yansımayan bir alt belki de alternatif başlığı da var: Dying is Fun. Ölüm Eğlencelidir diye mi çevirmeli?) hayatı boyunca yaptıklarını, yazdıklarını, geride ne bırakmakta olduğunu gözden geçiren, bu arada hastalığın verdiği acının da etkisiyle en eski fantazisini tekrar tekrar aklına getiren baba Nabokov’un, eğretilemelerle kamufle ederek kendi hakkında tuttuğu notları olduğunu düşündürüyor. Teknik olarak tamamlanmamış bir romanın parçaları gibi görünen notlar, böyle bakınca tamamlanmış bir hayattan akılda kalanların dökümü gibi...
Bu koşullar altında Nabokov’un kızı olsaydım ne yapardım? Babamı o kadar çok insanla paylaşmak zorunda kalmanın acısını çıkartırdım bu notlarla... Hayatım boyunca herkese ballandıra ballandıra bu el yazmalarından bahseder, Nabokov’un başyapıtının yayınlanmaksızın bir kasada bekliyor olduğunu söyleyip hem edebiyat tarihçilerini hem de babamın bütün okurlarını kıskançlıktan çatlatırdım. Kendi ölümümden sonra yayınlanmak üzere birilerine emanet ederdim sonra. Ölümünden üç yıl kadar önce yayınlamış olmasının dışında, oğul Nabokov da böyle yapmış sanki. Belki de herkesin neler dediğini bizzat kendi gözleriyle görmek istemiştir. 75 yaşında bir adamın, babasının son notlarını yayınlamasını mirasyedilik olarak görmek ahlakçılığın traji-komik zirvelerinden biri.
Ve hayır, Laura’nın Aslı’nın tamamlanmış olsaydı bile bir başyapıt olarak anılacağını sanmıyorum. O da Lolita gibi bir kısa roman ya da uzun hikaye olurdu belki. Ama hayır, başyapıt olsun diye düşülmüş notlara benzemiyor o karalamalar. Şu anki haliyle yeterince değerliler zaten. Bir babanın ve bir oğulun (Dmitri’nin çocuğu yoktu) ortada kalmış mirası gibi Laura’nın Aslı... Şimdi artık onunla kim, ne isterse yapabilir...
Yeni yorum gönder