Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Nesre sığmayan bir şiir



Toplam oy: 1420
Jose Marti
Aylak Adam
Talihsiz Dostluk, bir aşkın romanı, bir şairin romanı, bir şiirin romanı ya da doğallığın, sadeliğin ölümüne ağıt olarak okunabilir ya da hepsi.

José Martí, Kübalı bir şair ve bir Kübalı için bile fazlasıyla siyasi bir sanatçı. Milliyetçi bir lider olan Martí, genç yaşta siyasete atılarak Küba’nın İspanya’dan bağımsızlığı için mücadeleye ve çatışmaya başlamış. Daha on yedi yaşındayken altı yıl boyunca ağır şartların hüküm sürdüğü çalışma kamplarında tutsak olarak tutulan ozanın, hayatının büyük çoğunluğu siyasi hükümlü olarak sürgün ve hapiste geçmiş. Kırk iki yaşında İspanyol güçleriyle girdiği bir çatışmada vurularak ölene kadar da sürgün, hapis ve savaş üçgeninde yaşamaya devam etmiş José Martí hayatını, Küba’nın İspanyol kolonisinin yönetiminden ve Amerikan egemenliğinden kurtulması için harcamış; bu uğurda şiirler, yazılar yazmış, aynı zamanda siyasi eylemlerini sürdürmüş; Küba Özgürlük Partisi’nin de kurucusu ve Küba’nın milli kahramanlarından biri...

 

Türkiyeli okurlar José Martí’yi 2004 yılında Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle Adam Yayınları’ndan çıkan Göklerde Eriyip Gitmek İsterdim kitabından tanıyorlar. “Dehşet dehşet dünyada ve denizde/ Yalnızca gıcırtılar, taşkın öfkeler, sisler ve gözyaşları var/ Ve koparılmış tepeler boşlukta dönüyorlar,/ Ovalar ve göller taşkın ırmaklar olmuş/ Denizlere dökülüyorlar/ Kalabalık bir denizci halk/ Rahatça doldurur her uçurumu/ Gökyüzünde yıldızlar sönüyor/ Dönen, gölgede sarsılan rüzgarlar/ Kaçıyor, açılıyor ve birbirlerine çarparak,/ Çatırtıyla yuvarlanarak,/ Dağların çukurlarına düşüyorlar; bulutlarda/ Yıldızlar çıldırmışlar, alev saçıyorlar birbirlerine/ Ve sonra, gülüyor güneş; toprakta ve denizde/ Rahat bir düğün aydınlığı parıldıyor/ Ah bu zorlu fırtına bolluk getirsin, arıtsın.”

 

Aslında José Martí, belki de sadece benim için, çevrilen şiirlerinden ve özellikle yukarıda bir kısmını alıntıladığım şiirden ibaret. Çünkü Vikipedia haklıysa İstanbul Esenyurt ve Ankara Çankaya’da onun adına yapılmış birer heykel bulunmakta. Yani Martí ülkemizde, tabir yerindeyse, heykeli dikilecek kadar meşhur.

 

Sürgünde Yazılmış Bir Roman

 

Talihsiz Dostluk, Martí’nin tek romanı. Sürgünlerinden birinde bir seneliğine Amerika’da yaşamak zorunda kalan Martí, bir gazetede çalışmaya, ardından da bu gazete için röportajlar yapmaya başlıyor. Gazete editörü, ondan tefrika olarak yayımlamak üzere bir roman yazmasını istediğinde muhtemelen mali sebeplerden ötürü bu teklifi kabul ediyor Martí. Fakat editörün birkaç (aslında bir sürü) şartı vardır: Gazetenin okur profiline uygun olarak tefrika edilecek bu romanda bolca aşk olmalıdır. Ve bolca ölüm… Ve bolca genç kız… Ayrıca romanın kahramanları ille de –dönemin modası gereği– Hispanik Amerikalı olmalıdır. Ama Talihsiz Dostluk kesinlikle, “günahkar tutkular ve ebeveynlerin ve din adamlarının onaylamayacağı şeyler” içermemelidir. Martí, Küba’nın bağımsızlığı uğruna bu teklifi de kabul edecektir. Çünkü kazandığı parayı da hayatını ortaya koyduğu Küba’nın bağımsızlık mücadelesi için harcayacaktır.

 

Şair ve onurlu eylem adamı Martí tefrika boyunca biraz da yukarıdaki sebeplerden dolayı, yani sipariş usulü yazmaya alışık olmadığından, kendi metnine karşı mesafeli davranmıştır. Bu da romanın diline tutukluk olarak yansımıştır. Son tahlilde de bu iş (Talihsiz Dostluk) bir şairin para kazanmak uğruna yazdığı bir roman olarak kalmıştır. Ta ki José Martí, kendi ifadesiyle Tom Amca’nın Kulübesi’ni okuyup nesrin gücüne inanmaya, nesrin, sosyal ve politik meseleleri ifade için iyi bir zemin olduğunu idrak edinceye kadar. Bunu anlayınca da tefrikayı, bir roman olarak basılması için yeni baştan gözden geçirmeye karar vermiştir.

 

Türkçesini de okuma şansına ulaştığımız Talihsiz Dostluk, kitabın işte bu baskısının çevrisi. Yani yazarının eliyle kurtarılan ikinci ve gerçek romanın. Eleştirmenlerce Hispanik Amerikan modernizminin ilk ve en önemli romanı olarak gösterilen kitap, estetik kaygı ve nesir dilindeki şairanelik bağlamında gerçekten dikkat çekici. Aslında o dönem yapılan ilk eleştirilere baktığımızda Martí’nin tutturduğu bu şairane dilin kırılgan ve tutarsız bulunduğu, dengesinin olmadığıyla suçlandığını da bilmek gerek. Ama Martí, özellikle de tefrikayı kitaplaştırmadan önce yeniden düzenlerken; bir şair olarak olduğu kadar, bir romancı olarak da ne yaptığının farkındaydı. Eleştirilere kitabın çok katmanlı olduğunu, sembolizmi yüksek bir metin olduğunu söyleyerek cevap verdi.

 

Elimizdeki çeviride gördüğümüz kadarıyla Martí’ye canıgönülden katılabiliriz. Martí iki –aslında üç– kız arkadaşın dostluk ve aşkını anlattığı bu hikayede her okumada biraz daha canlanan, derinlik kazanan adeta dize cümleler kullanıyor. Kitabın yazıldığı dönemi ve coğrafyayı düşünürsek, modernist yazında metafor ve alegorinin üzerinde bu kadar yoğunlukla düşünen ve bu kadar cesurca roman yazabilen fazla isim sayılmasa gerek. Nitekim Talihsiz Dostluk’un finalini ve bütün metni ele aldığımızda daha ilk bakışta yapay olanın doğal üzerine zaferinin işlendiğini görüyoruz. Biraz daha ileriye gitmek gerekirse; ya içeriğin biçimi etkilediğini ya da Martí’nin bilinçli olarak romanın dilini de özellikle yapaylığın sınırında dolaştırdığını görebiliriz.

 

Ama yılın en iyi yayınevlerinden biri olan Aylak Adam Yayınları’ndan çıkan Talihsiz Dostluk’un çevirisinin mükemmel olmadığını, bu önemli romanın daha özenli bir çeviri, belki biraz daha fazla editoryal müdahale istediğinin kesin olduğunu da söylemek gerekir. Bu sorunun ne kadarının çevirmenden, ne kadarının editörden ve ne kadarının şairin fazlasıyla ağdalı dilinden kaynaklandığını söylemek en azından benim için imkansız görünüyor. Talihsiz Dostluk bu haliyle çevrilemez bir şiirin resmi gibi duruyor. Bir şiirde nasıl her kelimenin karşılığını ve kelimelerin birleşmesinden oluşan kuru anlamı göz ardı edip sezgilerimizi devreye sokmalıysak, bir şairin elinden yazılmış bu metaforik romanı da bir şiir sezişiyle okumak gerekir.

 

Talihsiz Dostluk, bir aşkın romanı, bir şairin romanı, bir şiirin romanı ya da doğallığın, sadeliğin ölümüne ağıt olarak okunabilir ya da hepsi. Zaten bir romanı iyi kılan hep birden fazla etkenin bir araya gelmesi değil midir?

 

 


 

 

* Görsel: Ahmet İltaş

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.