Anglosakson edebiyatının en ünlü destanı Beowulf... Bir sözlü edebiyat örneği. Kime ait olduğu, tam olarak ne zaman söylendiği bilinmiyor. XI. yüzyılın erken zamanlarında yazıya geçirilmiş. İlk kez 1815 yılında G. J. Thorkelin tarafından yayımlanmış, 3.000 satırı aşan epik bir şiir... John Gardner’ın Grendel romanı, bu destanı çıkış noktası olarak alıyor. Aslında Beowulf adlı İskandinav bir savaşçının kahramanlıklarını anlatan destanı, bir de “kötü”nün gözünden aktarıyor dersek yanlış olmaz. Grendel, destanın korkunç canavarı... Beowulf, canavarın yaşadığı topraklara gelip de onu öldürünceye kadar birçok kişinin canını alıyor. Türlü kötülükler yapıyor. Onu durdurabilecek hiçbir şey yok.
Destan, Beowulf’u ve onun cesaretini övedursun, Gardner’ın romanında kahramanlığa ve Beowulf’a pek yüz verildiği söylenemez. Yüz küsur sayfalık eserin sonlarında çıkıyor ortaya Beowulf ve Grendel’in ölümüyle de sona eriyor roman. Yazar 1971’de yayımlamış Grendel’i. Başka pek çok roman kaleme almış ancak hiçbiri Grendel’in getirdiği ünü getirmemiş Gardner’a. Peki nasıl bir Grendel portresi çiziyor Gardner?
Roman, karların eriyip kurumuş dere yataklarını doldurmaya başladığı bir bahar gününde açılıyor. Grendel, mağarasının yakınlarına gelmiş inatçı bir koça gitmesi için yeri göğü inleterek bağırırken çıkıyor karşımıza. Ancak koç hiç oralı olmuyor. Koçun doğanın bir uzvu olmaya boyun eğmişliğine öfkeleniyor Grendel. Sonra göğe, etrafında "beyinsizce tomurcuklanan" ağaçlara, şamatacı kuşlara, yeni biten ot ve çiçeklere, birazdan karşısına çıkacak ve onu görür görmez korkudan kaskatı kesilecek geyiğe öfke duyuyor. Koçun kayıtsızlığı da geyiğin korkusu da bir Grendel için. İçgüdülere ve bu bitmeyen doğal döngüye teslim olmuş her şey onu kahrediyor. Fakat ne koça ne de geyiğe ilişmek gibi bir derdi var. Asıl savaşı insanla! Koçu süzerken, “Böyle başlıyor delice savaşımın on ikinci yılı. Acısı! Budalalığı!” diyor. On iki yıldır Kral Hrothgar’ın şölen evini basıp kan döküyor canavar Grendel. Hem de olabilecek en korkunç biçimlerde...
Gardner, romanın hemen ilk bölümünde şölen evi baskınlarından birine yer veriyorsa da, aslında Grendel insan öldürmeye adım adım ilerliyor. Annesiyle yaşadığı (ki annesi de onun gibi –insan gözüyle– bir ucube) mağarada, başta kendisi dışında başka akıllı canlılar olduğundan habersiz. Doğayı, hayvanları bir de yaşlı ejderhayı biliyor. İnsanlarla henüz küçük bir yaşta iken, bir bacağını –ayı kapanına kaptırmış gibi– bir ağacın kovuğuna kaptırdığında tanışıyor. Kral Hrothgar ve adamları onun ne olduğunu anlayamamış ve korkuyla etrafını çevirmişken o dikkatle yetişkin olduğunda başdüşmanı olacağı insanları süzüyor.
(Görsel çalışma: Richard Svensson)
O gün oradan kurtulmasını sağlayan annesi insanlardan hemen her zaman uzak dursa da Grendel bitmek bilmez bir merakla, kimi zaman ağaçların üstünden kimi zaman gecenin karanlığına sinerek şölen evinin çevresinde insanoğlunu gözlemliyor. Bazen incir çekirdeğini doldurmayan bir nedenle birbilerini öldürdüklerini görünce ensesindeki tüyler diken diken oluyor, eli ayağına dolaşıyor Grendel’in. Birinin diğeri için yaptığı planları işittikçe, “Hiçbir kurt öteki kurtlara bu denli kötü niyetli olmazdı.” diye düşünüyor. Kral Hrothgar, çevresindeki diğer toplulukları boyunduruk altına almaya çalışır ve orman bitmek bilmeyen savaşlara, yangınlara teslim olurken ağaçlar yok oluyor, hayvanlar bazen sadece zevk için öldürülüyordur.
Aslında Grendel’i çileden çıkarıp insan düşmanı yapan bu “talan” değil. Bunlar besliyor elbet ancak pimi çeken bir gece elinde arpla şölen evine gelen kör bir adam oluyor. Grendel Ozan’ın şiirini duyana kadar halen bir çocuk sayılır. İnsanları anlamaktan uzaktır. Hırslarını, açgözlülükle neler yapabileceklerini görmüştür gerçi ancak bu kötülüğün diğer kutbundaki değerlerden habersizdir. Dolayısıyla insanı tartmayı, bir anlamda yargılamayı da bilemez. Fakat Ozan’ın okuduğu şiirle birlikte her şey değişir! Grendel bir anlamda insanlığı keşfeder.
“Saçma”nın gölgesinde
Önce bundan, içine düştüğü duygudan kurtulmak için kaçar şölen evinden. Çocuk gibi ağlar! Başını ellerinin arasına alarak şiirin etkisiyle oluşan görünmez yarığı kapamaya çalışır. Gözünün önünden tanık olduğu savaşlar, ölen insan ve hayvanlar geçer. Çok sürmeden şölen evine döner Grendel. Dönüş yolunda boğazı kesilerek öldürülmüş bir adama takılır ayağı. Onu da omzuna atar ve yürümeye devam eder. Vardığında ilk kez gösterir kendini kalabalığa. Dizlerinin üstüne çöküp “Merhamet! Barış!” diye inler. Kastettiği, gördükleri içindir; merhamet dileniyor değildir. Ancak tabii Grendel’in konuştuğu dili bile bilmeyen halk korkuyla çığlık atmak ve Grendel’e saldırmaktan başka bir şey yapamaz. “Dost! Dost!” diye bağırır Grendel. Sonunda omzundaki cesedi kalkan gibi kullanarak oradan kaçmak zorunda kalır. Aradan geçen zamanda ozanı dinlemeye devam eder. Ama onun sözlerinin de Kral’dan koparılacak altınlar için çoğalıp azaldığını fark etmesi uzun sürmez.
Bu noktadan sonrası, ki romanın yarısından fazlasını oluşturuyor, Grendel’in ejderhayla sohbeti, kendisi izin vermediği sürece kimsenin ona zarar veremeyeceğini fark etmesi ve ardından gelen cinayetler... Doğrusu bu “gore” sahneler korku romanı düşkünlerinin beklentilerini karşılayacak düzeyde. Beowulf destanının da aynı özellikler nedeniyle bugün “kara fantezi" diye tanımlanan türün ilk metinlerinden biri olarak nitelendiğini söyleyelim.
Öte yandan canavarı öldürmek için ortaya çıkan kahramanlar, taht oyunları, savaşlar, gündelik hayatın her yerine sirayet etmiş küçük yalanlar; tüm bunlar Grendel’in gözünden okurla paylaşılıyor. Gardner “saçma” kavramının gölgesinde çözümlüyor bu olguları. Anlam ve değerden yoksunluğun tekrar tekrar altı çiziliyor. Bu yönüyle nihilist bir metin demek de mümkün roman için. Ancak ne insanoğlunun verdiği söze sadık kalmayışı haklı çıkarmaya yetiyor Grendel’in yarattığı vahşeti ne de romanın sonunda Beowulf’un ortaya çıkıp Grendel’i öldürmesi bir layığını bulma oluyor. Gardner, Grendel’in öldürülüşünü de sadece bir çılgının diğer bir çılgının canını alması olarak görüp "saçma"nın hanesine yazdırıyor.
Yeni yorum gönder