Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Noel baba cinayeti



Toplam oy: 948
Arnaldur İndridason
Doğan Kitap
Edebiyattan sürekli 'orjinallik' beklenmemeli. Klişeler ve kalıplar -iyi bir hikayeyle- yerli yerinde kullanıldığı takdirde hiç de rahatsız edici olmuyor.

Arnaldur Indridason'un Sesler romanı, bir Noel arifesinde işlenen cinayet etrafında kurgulanmış güzel bir polisiye. Polisiyelerin –olmazsa olmaz– bütün kalıplarını yerli yerinde kullanması kadar polisiyelerin sıklıkla ıskaladığı bireysel dramlara da dokunan Indridason, ülkesinin karanlık ve soğuk atmosferini çok iyi yansıtıyor; doğrusunu söylemek gerekirse Sesler romanıyla ilgilenmemin en önemli nedeni de bu oldu. Çünkü Sesler, Türkçede örneğine pek az rastladığımız İzlanda edebiyatını temsil ediyor.

 

 

 

İzlanda, Avrupa’nın kıyısında yer alan, dört yüz bine bile ulaşmayan nüfusuyla küçücük bir ülke olmasına karşın, ‘kitap nüfusu’ bir hayli kalabalık. Yılda kişi başına düşen sekiz kitapla toplamda 2,5 milyona ulaşan satış adeti, İzlanda’nın edebiyat yanının güçlü olduğunun kanıtı. Nitekim kitabevlerinin geç saatlere kadar açık tutulduğu, şiir geleneğinin hala canlı kaldığı İzlanda, 2011 Frankfurt Kitap Fuarı’nda 'Küçük ada, büyük öyküler' sloganıyla ağırlanmıştı. Aynı yıl başkentleri Reykjavík de –edebiyatın şehir ve şehirlilerin hayatında oynadığı merkezi rol nedeniyle– Unesco tarafından Edebiyat Şehri ilan edilmişti. Bu gelişmelere rağmen İzlanda edebiyatı –özellikle dil bariyeri nedeniyle– dış dünyaya fazla açılamıyor. Türkçeye yapılmış çeviriler de çok az. Yakın zamana kadar 1955 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Halldór Laxness’in Salka Valkası dışında İzlanda edebiyatından bir başka kitapla karşılaşmamıştım. Tesadüfe bakın ki, 2005 yılında okuduğum ikinci İzlanda romanı olan Sırlar Şehri de yine Indridason’a aitti. İzlanda edebiyatından Türkçeye çevrilen –bildiğim– son roman ise, Sjón’un Mavi Tilkisi. Umarım Indridason’un serisi bir çekim yaratır ve İzlanda edebiyatının çağdaş yazarlarıyla daha sık karşılaşırız. Ve umarım Reykjavík Cinayetleri de bir dahaki sefere doğru bir sıralama izler; çünkü 2005 yılındaki ilk çeviri –Sırlar Şehri– serinin üçüncü kitabıydı aslında; Sesler’se altıncı kitap. Her ne kadar serinin içindeki her kitabın bağımsız bir hikayesi olsa da, Reykjavík Cinayetleri Detektif Erlendur’un hayatı etrafında kurgulanan bir bütünlüğe sahip. Daha önce de sözünü etmiştim; İskandinav polisiyelerinde gerilim ve muamma kadar insani dramların da önemli bir ağırlığı var. İşte bu nedenle Reykjavík Cinayetleri'nin doğru bir sıralamayla çevrilmesi, okuyucunun seriyle kuracağı ilişki açısından önemlidir.

 

 

 

 

 

Yalnız kovboy’ klişesi

 

 

 

 

 

İzlanda gibi küçük ve sakin bir ülke, suç ve cinayet romanları yazmak için zengin bir ilham kaynağı sayılmaz. Diğer İskandinav ülkeleri için de geçerli bu söylediğim. Buna rağmen İskandinav polisiyeleri –üstelik gözlerini bilhassa kendi toplumlarına çevirdikleri halde– inandırıcılıklarını koruyor ve yayımlandıkları bütün ülkelerde okuyucu buluyorlar. Bu durum, “ben İzlandalı bir perspektiften İzlandalı okuyucu için yazıyorum,” diyen Indridason’u bile şaşırtmış. Oysa İskandinav polisiyelerinin başarısı tam da buradan; yerelle kurdukları sahici ilişkiden kaynaklanıyor. ‘Heyecan verici’ cinayetlerin/suçların seyrek işlendiği bir coğrafyada hayali gerilimler üretmeye çalışmıyor, bunun yerine suçtan ziyade insanı ve toplumu araştırıyorlar. Unutmamak gerekir ki suç kurgusu, suçtan çok daha derin meselelere açılma potansiyeli taşır. Indridason roman kişilerinin insani yanlarını gözeten, suçun ardındaki nedenleri tarihsel/toplumsal bir perspektifle didikleyen bir yazar olarak bu potansiyelden bolca yararlanmış. Özellikle de detektif Erlendur Sveinsson tiplemesini yaratırken…

 

 

 

 

Açıkçası böyle bir tip yaratmak için bolca esin kaynağı var İskandinav polisiye geleneğinde. Mesela Kuzey polisiyelerini başlatan efsanevi İsveçli ikili Maj Sjöwall- Per Wahlöö'nün Martin Beck’i, Henning Mankell’in Kurt Wallander’i, Karin Fossum’un Müfettiş Sejer’i, Ake Edwardson’un Erik Winter’ı… Hepsi de gündelik hayatı sürdürmekte zorlanan, meslektaşlarıyla bile iletişim kurmakta zorlanan, melankolik ve ‘yalnız kovboylar’… Avrupa polisiyelerinde, Amerikan özel detektiflerinde de sıkça rastladığımız bu kişilik özellikleriyle Erlendur’u biraz ‘klişe’ buldum. Ancak edebiyattan sürekli ‘orijinallik’ beklenmemeli; klişeler ve kalıplar –iyi bir hikayede– yerli yerinde kullanıldığı takdirde hiç de rahatsız edici olmuyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

Erlendur Sveinsson 50’li yaşlarında. Yukarıda saydığım bütün kişilik özelliklerine sahip. Ayrıca, yıllardır görmediği uyuşturucu bağımlısı kızıyla yeni bir sayfa açmak, deyim yerindeyse ‘günah çıkarmak’ gayreti içinde. Yalnız gecelerini şiir kitapları ve saga’lar okuyarak geçiren, rüyalarından çocukluğuna ait kabuslarla uyanan, ekonomik krizle toplumsal çöküntü ve suç arasındaki ilişkiyi tiksinerek izleyen Erlendur, bu kez bir otelde tam da Noel arifesinde işlenen cinayeti aydınlatmaya çalışacak. Öldürülen kişi, otelin kadrolu Noel Baba’sı Gulli. Soruşturma ilerledikçe Gulli’nin çok eskiden bir koroda çocuk yıldız olduğu, yaptığı plakların şimdilerde koleksiyoncular tarafından rağbet bulduğu anlaşılır. Aynı sıralarda Erlendur’un yardımcısı Elinborg çok kötü dövülmüş bir çocukla ilgili başka bir soruşturma da yürütmektedir.

 

 

 

 

 

Yüzeyde cinayetin, derinlerde İzlanda’nın sorgulandığı soruşturmalarla Sesler, aksiyonu yüksek, hızlı ve kanlı polisiyelerden, gözü dönmüş seri katillerden hoşlanan okuyuculara hitap eden türde bir roman değil. Indridason insan odaklı gerilimini ağır ağır ama ustalıkla tırmandırmış. Her iki vakanın dramatik yanı ve psikolojik tahlilleri kriminal yanından çok daha yoğun. Soruşturmalar derinleştikçe detektiflerin merceğinden İzlanda toplumunun röntgenini çekiyor Indridason; kuşak çatışması, baba-oğul ilişkileri, aile içi şiddet, kırdan kente göç, yoksullaşma, madde bağımlılığındaki artış, fuhuş, çocuk tacizleri…

 

 

 

 

Erlandur cinayeti çözmek için kişilerin geçmişlerine eğilirken kendi geçmişi de her an yanı başında. Polisiyelerde pek rastlanılmayan ‘flash-back’lerle okuyucuyu detektifin çocukluğuna götüren yazar, Erlendur’un belleğinde dolaşırken hikayesinin edebi ve dramatik yoğunluğunu artırma fırsatını da kaçırmamış. Kısacası Sesler, geleneksel İzlanda saga’larının hüzünlü sesini İzlanda edebiyatının modern zamanlarına taşıyor.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.