Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Non Servo! – Hizmet Etmiyorum!



Toplam oy: 992
Bu sorulara sorup, dürüstçe cevap verebilecek kadar cesaretimiz var mı? Dikkat edin, Timm’in buruşturup fırlattığı mazaretler sizin de suratınıza çarpabilir…

Otobiyografileri severim. Modern bağlamda Jean Jacques Rousseau’nun, Aziz Augustine’in çalışmasından etkilenerek 18. yüzyıldaki “İtiraflar”ıyla başlattığı, yazarın kendisine dönük olan bu derin ve psikanalitik arayışı bana dürüst olduğu ölçüde yakın ve samimi gelmiştir. Yazar ile yapıtları arasında köprü kurmak kolay değildir. Kimi dil ve edebiyat teorisyenleri işi, Alman felsefeci Gadamer’in açtığı yoldan ilerleyerek, Hermenuitik zeminde yazar ile okuyucu arasında anlam bütünlüğü kurulamayacağını iddia edecek kadar ileri götürür. Bu doğru olsun ya da olmasın, otobiyografilerin ve biyografilerin genellikleri okuyucuları yazarlara yakınlaştırdığı, kişiyi köprülerin atılması yolunda hedefe bir adım daha yaklaştırdığı bir gerçektir.

 

Fazla uzatmadan konuya girelim. Söz konusu eser, çağdaş Alman yazınının ödüle doymuş yazarlarından Uwe Timm’in 2003 yılında yazılan yarı-otobiyografik çalışması olan “Kardeşimin Gölgesinde”. Timm, kendisinin de içinde bulunduğu Almanya’daki öğrenci hareketini anlattığı “Sıcak Yaz” isimli romanıyla başarılı 68 kuşağı yazarlarından biri olarak tanınır. Bunun yanı sıra, 1904 yılında Almanların Güneybatı Afrika sömürgesinde, yerlilerle olan savaşını anlatan “Morenga” adlı romanıyla post-kolonyal edebiyata katkıda bulunmuştur. Timm’in eserleri ekseriyetle Almanya’nın geçmişine bakar ve otobiyografik şeritleri de esere eklemleyerek, bu geçmişle yüzleşme gayesini taşır. “Kardeşimin Gölgesinde”, Uwe Timm’in yazınının temellerindeki bu özellikleri doğrudan ve en yoğun biçimde yansıtıyor.

 

Eserin temeli, İkinci Dünya Savaşı esnasında, 1943 yılında Ukrayna’da öldürülen Timm’in ağabeyi olan Waffen-SS onbaşısı Karl-Heinz’a dayanıyor. Askeri sebeplerden ötürü Waffen-SS’te günlük tutulmasının yasak olmasına rağmen, ağabeyin tuttuğu günlük sürpriz bir şekilde ölümünden sonra kendinden geriye kalan öteki eşyalarla birlikte aileye gönderiliyor. Ağabeyi öldüğünde henüz dört yaşında olan Uwe’nin onunla yüzleşme çabası da bu günlük sayesinde vuku buluyor.

 

Otobiyografide aşina olduğumuz bir tema hakim. Yaşamında ailenin favorisi olan büyük kardeşin ölümüyle aile tarafından ölümsüz hale getirilmesi. “Karl-Heinz burada olsaydı…” Zaten aile içindeki psikolojik ve sosyal yükümlülüklerini her zaman en ağır biçimde hissetmeye mahkum edilen küçük kardeşin ömrü boyunca taşıyacağı, sırtına saplanmış bir süngü. Üzerine çökmüş bir gölge, Der Grosse Schatten. Lakin görece sıradan olan bu tema, eserde psikanalitik açıdan derinlik sahibi ve duygusal bağlamda dokunaklı bir dokuya sahip. Bu durumun en önemli sebebiyse, yazarın eseri kaleme dökerken okuyucunun memnuniyetten ziyade kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşmesini hedeflemiş olması. Kitabın çok daha düzenli ve kesitlere ayrılarak derlenmesi mümkünken, gelgitlerle dolu bir yapıda ve bir bütün olarak kaleme alınmış. Ağabeyden babaya, babadan anneye, anneden ablaya, abladan Almanya’nın durumuna ve savaşa hızlı ve ani geçişler mevcut.

 

Fakat bu durumun sebepsiz olmadığı söylenebilir. Enteresan bir biçimde, Timm’in eserin ilk sayfasında yer verdiği, ağabeyine dair tek belirgin anısıyla eserin yapısı ve biçimi arasında gizli bir paralellik mevcut: “Herkesin bana bakışı, dolabın arkasındaki sarı saçları fark edişim ve sonra o duygu, kucaklanıp kaldırılıyorum- havada süzülüyorum." Eseri yazdığı süre boyunca bu hatıranın imgesinin, masasındaki bir saat gibi sürekli olarak Timm’in gözlerinin önünde bulunduğunu söylemek mümkün. Bu süzülme hissi kimi zaman meselelerin daha kapsamlı ve doyurucu olarak ele alınmasına mani olsa da  eserin yapısına ve geçmiş ile bugün arasındaki göze çok batmayan geçişlere olanak sağlıyor.

 

Geçmişle ve Toplumla Yüzleşme

 

Buraya kadar eserin daha çok kişisel bir yazın olduğunu düşündüyseniz, bu düşüncenizi değiştirmeme izin verin. Çünkü bu kişiselliğe içkin, toplumsal, siyasal ve tarihsel bir hesaplaşma söz konusu. Timm, kendi kanından olan ağabeyinin nasıl olup da Nasyonal Sosyalist ideolojinin silahlı kuvvetleri olan Waffen-SS’e katıldığını sorguluyor. Özellikle ağabeyin günlüğündeki bir kısmın, Timm’i derinden sarstığı bütün eser boyunca kendini hissettiriyor: “21 Mart – Donets. İşgal altındaki Donets üzerinde köprü başı. 75m mesafede İvan sigara içiyor, benim MG için kolay lokma.” Ölmenin ve öldürmenin ağza atılan bir lokma kadar sıradan bir hale gelmesi. Ağabey sivilleri ve Yahudileri öldürmüş müydü? Gerçekten bir Nazi miydi? Timm’in günlükten çıkardığı sonuç, ağabeyin önce bir asker, sonra bir nasyonal sosyalist olduğu yönünde. Heyhat, Alman toplumuyla hesaplaşma Timm için ağabeyinden ibaret değil…

 

En büyük eleştiri Prusya kültürünün bir parçası olan disiplin ve itaat kültürüne yönelik. Bu noktada 68 kuşağının ruhu da eleştirilerde kendini hissettiriyor. Savaş sonrası Almanya’da suçlamalar karşısında “emirleri takip ediyorduk” ve “bilmiyorduk” söylemleri hakimdi. Timm, bunları bir alçaklık ve korkaklık olarak nitelendiriyor. Mazeret olarak nitelendirip, buruşturarak ifade sahiplerinin suratına fırlatıyor. Almanlar olanları bilmiyor muydu? İzahı basitti: “Bilmediler, çünkü görmek istemediler, çünkü görmemek için başlarını çevirdiler.” Emir kulu muydunuz? Hayır, bu şekilde kaçamayacaksınız: “Kimsenin etkisi altında kalmadan hayır deme cesareti. ‘Non servo’. Dinde ve emre, itaate dayanan her totaliter sistemde ilk günah. Sosyal kolektifin baskısına karşı da hayır demek.

 

Evrensel Bir Sonuç

 

Suç işlenmesine biat ve itaat etmemek, direnmek, eylemin sorumluluğunu alabilmek, kolektifin kimi zaman üzerinde insan yediği ekmeğe yağ sürmemek. Timm’in mesajları Almanya ve İkinci Dünya Savaşı bağlamından çıkarılıp yalın haliyle ele alınınca aslında evrensel bir anlam kazanıyor. Gün içinde siyasal, sosyal ve ekonomik olarak işlenen kaç suçu görmemek için başımızı çeviriyoruz? Yerinde müdahale etmeyerek her gün kaç suça biat etmiş oluyoruz? Bize “iyi vatandaşlık” olarak yutturulan ve bu tanımın sütunları olan sözde “doğru”ların nelere yol açtığını, kimlere ve neye hizmet ettiğini ne kadar sorguluyoruz? Kariyerlerimiz, huzurumuz pahasına resmi söylemlere ne kadar meydan okuyabiliyoruz? En önemlisi de, bu sorulara sorup, dürüstçe cevap verebilecek kadar cesaretimiz var mı? Dikkat edin, Timm’in buruşturup fırlattığı mazaretler sizin de suratınıza çarpabilir…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.