Filozof Henri Bergson, hayatın başlı başına canlı bir devinim olduğundan bahseder. Buna göre hayat dümdüz bir yol değil, karşınıza çıkan farklı patikalarıyla her an bambaşka yerlere gidecek bir devinimdir. Bu devinimin içinde sizi o durağan yoldan çıkaracak, hayatınıza gerçek anlamıyla yön verecek şeyse “yaşam gücü” ya da “yaşam atılımı” olarak dilimize çevrilen Élan Vital’dir. Bazı insanlar bu yaşam gücünün büyük patlamalarla değil küçük anlarla yaşandığına inanır. Belli ki Henrietta Rose-Innes de bunlardan biri; Hep Eve kitabındaki öykülerinde, insanların hayatlarında kendilerine dönecekleri, yani hep eve dönecekleri anları kaleme almış.
Başkalarının umursamayacağı, belki anlatsanız bile aynı etkiyi vermeyecek kişisel kırılganlık öyküleri bunlar. İnsanı insan yapan zaafların, karakterler nezdindeki “aydınlanma” anlarına şahit oluyoruz her öyküde. Her öykü de, tıpkı anlattığı karakteri gibi kırılgan ve ince bir dille yazılmış.
Bir kahramanın herkesin kulağında yarattığı ses farklıdır. Yazarın verdiği ipuçlarına rağmen gözünüzde canlandırdığınız şekli de değişir elbet. Hep Eve’nin öykü karakterleriyse hep aynı seste hayat buluyor gibi. Edebi bir yorum değil bu. Karakterlerin sesi yok demek değil istediğim. Sanki yaşamdan yaşama geçen; bazen kütüphanedeki bir çocuğu, bazen hayatını sorgulayan yaşlı bir kadını, bazen ilişkisinden uzaklaşmaya çalışan genç bir adamı ya da korkularıyla yüzleşen yetişkin bir adamı uzaktan bir köşede izlerken anlatan bir ses gibi onunki. Bazı işaretler, yazarın dokunmayı sevdikleri, o anlatıcının sesinde zaman zaman belirip onun hâlâ o köşede olup öyküyü anlattığını hatırlatıyor; kum taneleri, mavi renkler, mavi sular, güvercinler gibi...
Cumartesi günü kütüphaneye kapatılan çocuğun sıkıntısı, kocasından kaçan kadının sıkıntısı, mahallesine koca bir otel yapılan yaşlı kadının sıkıntısı, kitabını çıkarcı bir yazara göstermek isteyen genç bir yazarın sıkıntısı, sevgilisiyle işlerin yolunda asla gitmeyeceğini anlayan genç delikanlının sıkıntısı, on üç yaşındaki tutkuyu arayan kadının sıkıntısı... Hepimizin sahip olduğu o minik mide burucu şeyler aslında. Öyküleri güzelleştirense kabullenme, affetme ya da farkındalık anlarına bizi şahit ediyor olması.
Ve tasvirler; Henrietta Rose-Innes canlıları nesnelerle, nesneleri ise canlılarla betimlemeyi seviyor... Gördüğünüzü sandığınız ama ifade edemediğiniz her şey onun tasvirlerinde can buluyor. Ne kadar hüzün bulaşsa da insanı iyi hissettiren hali de belki bu tanıdık histen. Onun öykülerine büyülü gerçeklik denemez ama hayatın içindeki büyülü gerçeklikler gibi oldukları kesin.
Son olarak; Hep Eve, insana öyküleri neden sevdiğini hatırlatan bir kitap. Ağızda bir anda eriyip, bıraktığı tada rağmen ortadan kaybolan leziz bir şeker gibi. Sanki henüz keşfedilmemiş bir duyumuza hitap ediyor Henrietta Rose-Innes.
Görsel: Gökçe İrten
Yeni yorum gönder