Ev dediğimiz şey, içinde yaşadığımız, kararlar aldığımız, güldüğümüz, ağladığımız, öfkelendiğimiz, âşık olduğumuz, acı çektiğimiz, uyuduğumuz, rüya gördüğümüz, yas tuttuğumuz, zaman zaman mağaraya kapanır gibi içine kapanıp yaralarımızı iyileştirdiğimiz yer. Sığınağımız. Dahası hapishanemiz. Edebiyatçıların evlerine bakarsak ne görürüz diye düşündük bu ay.
Ev dediğimiz şey, içinde yaşadığımız, yediğimiz, içtiğimiz, kararlar aldığımız, güldüğümüz, ağladığımız, öfkelendiğimiz, âşık olduğumuz, seviştiğimiz, acı çektiğimiz, uyuduğumuz, hayal kurduğumuz, rüya gördüğümüz, yas tuttuğumuz, zaman zaman mağaraya kapanır gibi içine kapanıp yaralarımızı iyileştirdiğimiz yer. Sığınağımız aslında. Dahası şu pandemi dönemindeki “kapanma”larımızın da gösterdiği gibi, hapishanemiz aynı zamanda. Oysa kendimizi en özgür hissettiğimiz yer olmalıydı belki de.
Gündelik hayatın herkesçe ciddiye alınmayan irili ufaklı ayrıntılarıyla ilgilenerek bir çeşit “popüler kültür felsefesi” yapmaya soyunan Alain de Botton, Mutluluğun Mimarisi adlı kitabında şöyle yazıyor: “Bir eve ‘güzel’ dediğimizde, aslında onun bize önerdiği yaşam tarzını sevdiğimizi söylemek istiyoruz. Büyü gibi bir şey bu. Beğendiğiniz ev bir ev değil de insan olsa, tanımak isteyeceğimiz türden bir insan olurdu.” Ekliyor sonra: “Yine de mimari tek başına kimseyi mutlu biri haline getiremez. Etkisi hava durumuyla karşılaştırılabilir ancak. Güneşli, güzel bir gün, zihinsel durumunuzu olumlu yönde değiştirir ya, mimarinin etkisi olsa olsa buna benzeyebilir. İçinden çıkılmaz çetrefil sorunlarınız varsa, en mavi gök de, en güzel bina da sizi gülümsetemez.”
Ama bu yazıda konumuz evlerin güzelliği değil, edebiyatçıların evleriyle olan ilişkileri.
Gürültü yazara ilham verebilir mi?
Birçok edebiyatçı için evleri biz sıradan insanların evlerinden daha mühim mekânlar olsa gerek çünkü onlar bu yazarların ilham kovaladıkları, yazdıkları, eserlerini yarattıkları -kimi zaman da onları daha basılmadan çöpe attıkları- yerler. Aşk ve Gurur, Akıl ve Tutku yazarı Jane Austen’ın kalabalık bir ailenin mensubu olduğunu ve eserlerini salonun köşesinde duran küçük masasında kaleme aldığını biliyoruz mesela. “Bir evin içinde her şey olabilir,” demiş zaten. Çiçeklerin Tanrısı, Melekler Erkek Olur ve Yalnız Kaldınız, Peyami Bey romanlarıyla tanıdığımız arkadaşım Hamdi Koç da çoğu zaman kuytu bir yerde değil, hayatın tam kalbinde yaşamayı ve üretmeyi tercih edenlerden. Evinin salonunda, sokaktan gelen otomobil ve kuş seslerini dinleyerek, mutfaktan gelen tabak çanak tıkırtılarını umursamayarak veya umursasa bile, bu gürültü patırtılara yazma macerasında bir nevi itici güç, mücadele edilecek bir düşman muamelesi ederek ve sonuna kadar açtığı müziği dinleyerek yazar o. Mücadelesinde kazanmaya yaklaştığı anlar günün yerini geceye terk ettiği saatlerdir. Latife Tekin’in Gümüşlük’teki evi var bir de. Kendi kurduğu Gümüşlük Akademisi’nin içinde yer alan bir hayal mekân. Epeyce büyük bir ormanın orta yerinde. Yanı başında küçük bir göl bile var. Gürültü orada da eksik değil; rüzgârın, kuşların, küçük hayvanların sesi birbirine karışıyor ve harikulade bir ezgi oluşturuyor.
Hayatın adeta durduğu evler
Bugün müze olarak gezebildiğimiz yazar evleri var bir de ama onların tertipli, nizam ve intizamın hüküm sürdüğü atmosferlerine kanmayalım, sahipleri hayattayken o evlerin hali de çok daha başkaydı muhtemelen. Yazar göçüp gidince içindeki hayat da haliyle soluyor, siliniyor. (Röportaj yaptığım ve şükür hâlâ hayatta olan yazarların evlerini hatırlamak bile sözünü ettiğim müze mekânların, içinde soluk alınan, yaşanan, üretilen evler oldukları zamanlara dair ipucu veriyor aslında.)
En iyisi ben gördüklerimden birkaçını anlatayım, görmediklerimi de görenlerden aktarayım… Genç Werther’in Acıları, Faust, Doğu Batı Divanı gibi büyük eserlerin yaratıcısı Goethe’nin Frankfurt’taki müze evi, büyük şairin doğduğu, hayatının sonlarına doğru da otobiyografisi Dichtung und Wahrheit’ı (Şiir ve Hakikat) kaleme aldığı yer.
Otobiyografisinde, orta çağ stili inşa edilmiş bu ön cephesi ahşap evde gerçekleşen doğumunu şöyle anlatmış Goethe: “28 Ağustos 1749’da, öğlen saat on ikiyi vurduğunda Frankfurt’ta dünyaya geldim. Doğum haritam son derece cömert, vaatkârdı: Güneş Başak burcundaydı ve gün içinde tam tepeye çıktı; Jüpiter’le Venüs ona dostlukla bakıyordu, Merkür’ün de düşmanca bir tavır sergilediği söylenemezdi; Satürn’le Mars olaya bütünüyle kayıtsız kalmayı tercih ederken o sırada dolunay evresinde olan Ay’ın yansıması belirgin bir biçimde güçlüydü. O yüzden ben Ay’ın doğumuma karşı koyuşu etkisini yitirdikten çok sonra dünyaya gelebildim.”
Goethe’nin evi değil belki ama doğumunu anlattığı bu pasaj onun gözle görünmeyene, daha doğrusu akılla ve mantıkla kanıtlanamayacak olana tutkulu ilgisini gösteriyor aslında.
İçinde bir yazar saklayan ev
Defalarca röportaj yaptığım Orhan Pamuk’un Nişantaşı’ndaki evini, daha doğrusu yazıhanesini de anlatmalıyım. İlk kez 1994 ya da 95’te gitmiş olmalıyım. Yazarın Cihangir’deki yazıhanesinden farklı olarak darmadağınık, epeyce bohem bir mekândı orası, dağ gibi yığılmış kitaplar arasında kalemler, onlarca kahve fincanı duruyordu. Sigara izmaritleri kül tablalarını tıka basa doldurmuştu. Yayları fırlamış bir koltuğu hatırlıyorum. Yeni Hayat henüz çıkmıştı sanırım. Röportaj öncesinde Pamuk, uzun süredir üzerinde çalıştığı başka bir romandan söz etmişti. Esas karakter, 16. yüzyılda yaşamış bir minyatürcüymüş. Üzerinde çok çalışmış bu romanın; defalarca başlamış, bozmuş, değiştirmiş, yeniden ve yeniden yazmış, ardından her şeyi bir kenara bırakıp Yeni Hayat’ı almış araya. Basılmamış kitabından bahsederken taslaklarını da göstermişti, hikâyeyi kendi zihninde daha canlı kılmak için çizdiği resimler çok güzeldi. Kendisinin ressam yönüyle ilk kez tanışıyordum. (Orhan Pamuk’un içinde bir Ahmet Işıkçı’nın (yazarın ressam alter ego’su) gizlendiğini ve “yarım kaldı” dediği kitabın, en sevdiğim romanı “Benim Adım Kırmızı” olduğunu yıllar sonra fark edecektim.)
Tanıdığım yazarları bir kenara bırakıp hayatta olmayan yazarları evleriyle devam edeyim… Truman Capote’nin New York’ta yaşadığı evin yatak odası şık ama çok sade hatta yazarın fırtınalı hayatına zıt bir şekilde neredeyse “hijyenik”, adeta dokunulmamış. Virginia Woolf’un evinde kitapların hepsi okurken eskimesinler diye renkli kağıtlarla kaplanmış. William S. Burroughs’un yatağının üzerine kırkyama bir yatak örtüsü serili. Henry David Thoreau’unkinde hepi topu bir yatak, bir masa, bir sehpa ve üç koltuk var. Victor Hugo’nun yatak odası, koyu kırmızı renkte kadife kumaşlarla döşenmiş, alabildiğine gösterişli, neredeyse görgüsüz bir mekân. Sir Walter Scott’un İskoçya’daki şatosu Abbotsford ise büyük dış cephesi, yüksek tavanlı odaları ve yazarın o muazzam romantizmi simgelercesine göğe uzanan orta çağdan kalma kuleleriyle dikkat çekiyor. Hemingway’in Florida’daki tropikal villasını gezenler de yazarın sayısız vahşi kedisiyle birlikte havuz başında oturup “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u yazdığı zamanları gözlerinin önüne getirebiliyorlar.
Ses ve Öfke, Ağustos Işığı romanlarının büyük yazarı William Faulkner’ın Mississippi, Rowan Oak’daki evinde bir zamanlar bir edebiyatçının yaşadığı hemen belli oluyor. Yatak odası, yatak odasından ziyade çalışma odasını andırıyor çünkü. Faulkner, romanlarının olay örgülerini haftalık çizelgelere not eder, aralardaki boşlukları da daha sonra küçük kağıtlara yazdığı notlarla doldururmuş. Evdeki duvarlardan birinde bugün bile boydan boya böyle bir çizelge duruyor. Evine bakınca Marcel Proust’un titiz ve hijyene aşırı önem veren biri olduğunu anlamak kolay. Astım ve alerji hastası olan Proust tozdan ve dışarıdan gelecek polenlerden korunsun diye bembeyaz keten çarşaflar örtülmüş mobilyaların üzerine. Kalemliği dahil geri kalan her şeyse ağır dolaplarda, kilit altında saklanıyor.
Sanki sürgündeki bir imparatorun evi
Yazar evlerinin en tuhaf ve etkileyici olanı 1876, Düello, İmparatorluk gibi kitapların yazarı Gore Vidal’ın güney İtalya’nun Amalfi kıyılarındaki La Rondinaia’sı. (La Rondinaia, “kuş yuvası” anlamına geliyormuş.) Vidal, sadece havadan görülebilen ve bir tarafı tehlikeli bir uçuruma bakan bu villayı 1972’de satın almış. Orada sürgüne gönderilmiş bir Roma imparatoru gibi bir başına yaşadığı söyleniyor. Villaya normal yoldan ulaşmaya imkân yokmuş, otomobille de ulaşılamıyormuş. Ravello’daki meydandan geçiyor, dar sokakları dolaşıyor ve çamlarla kaplı bir keçi yolundan giderek eşsiz güzellikteki bahçenin demir kapısına ulaşıyormuşsunuz.
Ölümüne doğru burayı satana kadar orada yaşayan Vidal’ın, zor ulaşılır olmaktan pek bir şikâyeti yokmuş hatta bu kendisinin bilhassa istediği bir şeymiş. Gore Vidal hayal ettiği eve sonunda rastlayabildiği için şanslıydı. O ev uçurumun kenarında bile olsa. Ne dersiniz, rüyada görülen evin, rüyayı görenin ruhunu temsil ettiğini söyleyen Sigmund Freud bu konuda da haklıdır herhalde, olamaz mı?
Yeni yorum gönder