“Unutma ki sen bir İngiliz’sin, böylece hayat piyangosunda büyük ödülü sen kazandın.” Bu inci Cecil Rhodes’a ait. İlk ve orjinal emperyalist, sömürgeci, ırkçı kapitalist. Biraz da narsist. İnanmış ki, dünyanın ne kadar çoğu üstün İngiliz hegemonyası altında olursa, insanlık adına o kadar faydalı olacak.
Man Booker Prize, her yıl İngiliz Commonwealth ülkeleri, İrlanda ve Zimbabwe vatandaşı olan bir yazarın İngilizce yazılmış romanına verilen bir ödül. Cecil Rhodes bayılırdı bu fikre. Farklı etnik kökenden, farklı uluslardan anadili İngilizce olsun olmasın İngilizce yazan yüzlerce edebiyatçı var. Ama ne yazık ki Rhodes’un hayali gerçekleşmiyor. Batılı edebiyat eleştirisinde İngilizce Edebiyat şemsiyesi açmıyoruz, Kanada edebiyatını, Güney Afrika edebiyatından ayırıyoruz. İki kez Man Booker ödülü kazamış J.M. Coetzee, ödülün amacını daha farklı açıklıyor:
“Edebiyat ödülleri, yaptığı işe verilen değer yüzünden, yazarın bir bilge, bir çağ ve etik otoritesi sayıldığı zamanlarda doğmuştur ve o zamanlara aittir.”
Cümlesini tamamlamıyor Coetzee ama, edebiyat ödülleri toplumsal önemini yitirmiştir diyor aslında. İster İngiliz emperyalizminin sembolü olsun, ister kapitalizmin daha çok kitap sattırmak için bir tuzağı olsun, ister edebiyat eleştirmenlerinin masturbasyonu olsun, Man Booker Prize ödüllü bir kitap okumak ne kadar kötü bir şey olabilir ki? Üstümüze biraz İngilizlik bulaşır en azından piyango niyetine. Hem Man Booker ödüllü kitaplardan iyi film uyarlamaları yapılır. Filmini görmeden kitabını okumuş oluruz.
Hilary Mantel’in tarihi romanı Kurtlar Hanedanı’nı okumaya karar vermemin nedeni de 2009’da bu ödülü kazanmış olması. Her yıl Man Booker ödülleri etrafında yaratılan zorlama polemikleri takip etmek, açıklanan kısa listeler hakkında yorum yapmak, jüriye burun kıvırmak, BBC’den canlı yayınlanan ödül töreninde sevilen yazarların en şık kıyafetleri içinde Oscar ödül kabul konuşmalarına benzer laflar gevelemelerini izlemek, bir edebiyatseverin genelde sakin hayatı için pek heyecanlı zamanlar olabilir. Rekabet, fanatiklik ve magazinin, edebiyatı baharatlandırdığı nadir zamanlar. Hele Man Booker ödülleri kısa listesine Commonwealth ülkelerinden sevilen bir kitap girdiyse, o ülke kitapçılarında hemen girişe bir masa konur, üstüne ütülü bir örtü serilir ve ödüle aday kitaplar üst üste dizilerek neredeyse bir totem kurulur. Kendilerini İngiliz kültürüne en ait ve dahil hissettiği andır.
Bu hafta sona eren 2012 Edinburgh Uluslararası Kitap Fuarı’ndaki yazarlar konferansında da, Man Booker ödülünün emparyalist tavrı, Irvine Welsh tarafından gündeme getirildi. Bugüne kadar ödülü kazananların çoğunlukla üst-orta sınıf İngiliz yazarlar olduğunu, ödülün küresel meşruiyetini kurtarmak için de arada eski sömürge ülkelerden bir yazara ödül verildiği hatırlatan Welsh; ödülü anti-iskoç olmakla suçladı: “Kibir ve entellektüel zafiyetin bir işaretidir bu.” Doğru aslında. Man Booker ayrımcı olmayan, kucaklayıcı bir görüntü sergilese de, üst sınıf İngilizliği, İngilizce edebiyatı kıyasladığı bir değerlendirme seviyesi olarak belirlediği de belli. Eh, makbul edebiyat böyle bir ajanda etrafında tanımlanırsa; yazımızın konusu, 2009 ödüllü Hilary Mantel’in Kurtlar Hanedanı romanının devamı Bring Up The Bodies, 2012 kısa listesinde, kazanmaya en yakın aday olarak karşımıza çıkıverir. İnsaf!
Tudorlar, Thomas ve Thomas
16. yüzyılda ikinci sayfa haberleri olsaydı, Kurtlar Hanedanı’nın konusu manşetten verilirdi. 8. Henry tahttadır. Aragonlu Catherine ile evlidir ama bu evlilikten bir türlü bir erkek veliaht doğmamıştır. Henry’nin gözü ve gönlü Anne Boleyn’e kayar. Akıllı Anne Boleyn, evlenmeden ve Henry onu kraliçe yapmadan kralın koynuna girmeyi reddeder. 8. Henry boşanmasına izin vermeyen Papa’ya karşı çıkarak, İngiltere’nin Katolik klisesi ile bağlarını koparacak, Catherine’i saraydan sürüp Anne Boleyn ile evlenecektir. Bu evlilikten de bir erkek çocuk sahibi olamayan Henry’nin aklını Jane Seymour çelmeye başlamıştır bile. Tudorlar dizisini ya da Boleyn Kızı filmini izlediyseniz bu olayların ne kadar iyi bir seyirlik olduğunu biliyorsunuzdur. Eleştirmenler işte tam da bu yüzden Kurtlar Hanedanı’nı övmelere doyamıyorlar. Sadece İngiltere değil, dünya tarihi için çok önemli olan bir dönemin böyle popüler kültür malzemesi edilmesine karşı bir zafer bu saygın kitap!
Hilary Mantel, Tudorların bu çalkantılı dönemini Thomas Cromwell tanıklığı üzerinden anlatmayı seçerek, resmi tarihin pek fazla önemsemediği bir karaktere hak ettiğini düşündüğü saygıyı geri kazandırıyor. Thomas Cromwell, 8. Henry’nin baş danışmanı olarak, kralın evliliklerini, boşanmalarını, Papa’yla olan çatışmalarını arka plandan yöneten tam bir politik manevra uzmanıdır. İnsanları ve olayları kendi çıkarları için kullanır. Ülkelerin saraylarda krallar tarafından değil, küçük karanlık odalarda yapılan hesaplar ve anlaşmalarla yönetildiğini bilir.
Mantel’in sayfaları, kadife kumaşlar, pahalı kıyafetler, duvar halıları, mücevherlerin tasvirleriyle doldurması bilinçli bir seçim. Thomas Cromwell, önceden bir kumaş tüccarıydı ve insanların kaç metre kumaş ettiğini çok iyi ölçerdi. Basit ve zalim bir demircinin oğul olarak doğmuş ve kendini her koşula hazırlıklı bir adam olarak yetiştirmiş biri. Asker, bankacı, avukat, tüccar. Karısına kendi eşiti gibi davranıyor, çocuklarının eğitimine önem veriyor. Değişimi son derece dünyevi bir olgu olarak anlıyor ve güç alıyor değişimden. Zaten, 8. Henry’nin reformist politikalarını gerçekleştirmesi için azimle çalışmasının nedeni, kendisi gibi insanların refah içinde yaşayacağı bir İngiltere yaratmak ve tabii bunu yaparken de zengin olmak.
Thomas Cromwell, dönemin diğer bir ünlü Thomas’ı, Thomas More ile tam anlamıyla zıt değerleri temsil ediyor. Tarih, 8. Henry Roma’dan bağımsız İngiltere Kilisesi’ni kurduğunda, katolik inancını terk etmeyi reddeden ve bu nedenle idam edilen More’u bir inanç şehidi olarak kahramanlaştırır. Mantel’in elinde Thomas More, anakronistik ve anti-ütopik bir şekilde; karısını, çocuklarını ve hizmetkarlarını taciz eden, kendi mevkisinden başka bir şey düşünmeyen bir karakter. Thomas More, tarihin kendisini hatırlamasını ve saygı duymasını istiyor. Thomas Cromwell, tarihi değiştirmek.
Laf cambazlığı tarih yazmaya yeterli mi?
Tarihi bir hikayedeki önemsiz bir figürü kahramanlaştırarak krallarla göz göze bakabilir hale getirmek oldukça Shakespearevari bir yöntem. Ancak Thomas Cromwell, gerçekten yaşamış biri. Burada Hilary Mantel tarihe mi bir katkıda bulunuyor, yoksa kurmaca dünyasına yeni bir kahraman mı kazandırıyor? Cromwell öylesine hırslı ve işini bilen bir karakter ki, post modern bir üst kurmaca numarasıyla, Mantel’i kendine bağlı bir yazar olarak tutup gelecekte bu kitabın yazılma siparişini vermiştir deseler, inanabilirim.
Kurtlar Hanedanı bir başucu kitabı. 800 sayfalık haliyle o kadar ağır ki yanınızda taşıyamazsınız çünkü. Sadede bir türlü gelemeyen laf cambazlıklarıyla dolu diyaloglar uykunuzu getirmezse bile, kollarınız kitabın ağırlığında yorgun düşüp sizi uyutacaktır. Ancak, seküler Cromwell ile dindar More arasındaki güç savaşı yüzünden uykunuzun kaçması da mümkün.
Tarih, kişisel çıkarlara dayalı diplomatik oyunlar, söz düelloları, büyük adamların yakından cüce olarak görünmesi ve mevki kaygılarıyla doluyken; tarihi bir romandan idealist bir kahramanlık destanı beklememeli. Dünyayı değiştiren olaylar aslında komplo amaçlı, bol dedikodulu konuşmalardan ibaret.
ne yani şimdi bu? bitirilememiş de aradan çıksın niyetiyle çalakalem yazılmış bir kitap eleştirisi mi? yazmasaydın da olurmuş. emperyalizm please. espri.
Yeni yorum gönder