Olağan ve usluların, sınırlarını bilenlerin dünyasında, birbirine benzer saplantıları, öfke ve tutkuları tekrarlayıp durmak kabul edilemez. Bir tutkumuz varsa bile ekonomik olması, bu tutkuyu en doğru yere transfer edip, herkese benzemek, herkes gibi olmak için kullanmamız beklenir. Bunu yapamıyorsak da en azından aklı başında gözükmeyi öğrenmeli, isteklerimizi bastırmayı bilmeli, ne olursa olsun işbilir gözükmeyi öğrenmemizi isterler bizden. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde üzerinde fazlaca durulan bir öğüt vardır: Okur uzun cümleleri pek iyi karşılamaz, bu yüzden yazar söyleyeceklerini mümkün olduğunca az kelimeyle söylemeli, tekrarlardan kaçınmalıdır. Akademik makale ve kitap tanıtım yazısı gibi “bilgilendirici” yazılar kaleme alanların da akıllarının daima bir köşesinde bulundurduğu bir kavramdır “ekonomi”.
Oysa Thomas Bernhard bize, dili doğru, güzel ve etkili kullanmanın, yinelemelerden olabildiğince kaçınmakla, diyalogların, duyguların, bunlar arasında da en çok tutkuların, öfkelerin ve saplantıların mümkün olduğunca az kelimeyle kağıda dökülmesiyle eşdeğer olamayacağını gösterir. Edebiyatta belki de en çok Hemingway ile özdeşleştirilen ekonomik anlatının tersine, Bernhard’ın kişilerinin, onların kurdukları monolog ve diyalogların en göze çarpan özelliği tekrarlarıdır. Orhan Pamuk’un deyişiyle, “yalnız saplantılı roman kahramanları aynı takıntıları tekrarlayıp, dönüp dolaşıp aynı öfke ve tutkuları dile getirmekle kalmazlar, bu tutku ve saplantıları bize şaşırtıcı bir enerjiyle anlatan Bernhard da, kahramanlarıyla birlikte, aynı cümleleri birbiri ardından yeniden yeniden yazar durur.”
Sonunda Türkçede de okuyabileceğimiz Kireç Ocağı’nın başkişisi Konrad, yazılabilmesi için önü arkası kesilmeyen deneyler yapması gerektiği fikrine bağlanmış, otuz yıldır zihninde tasarladığı, konusu işitme olan başyapıtını bir türlü yazamaz. Harekete geçememek, metni zihinde evirip çevirmek, tartmak, başlamak ve bitirmek fakat bir türlü oturup yazmaya başlayamamak: İşte Kireç Ocağı’nın yüzeyindeki konu bu. Kitabı önce, yazacağı metnin içeriğini değil, durmaksızın o metni yazmayı düşünen ve bunu gittikçe bir saplantı haline getiren Konrad’ın, sonra da onun bütün bu başarısız girişimine doğrudan tanıklık eden karısının hikayesi olarak okumak mümkün. Üstelik kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı da bize böyle bir okumayı salık veriyor. Buna göre Bernhard Kireç Ocağı’nda “kusursuz başyapıt tasarısıyla yaşama eylemi arasındaki çatlağı gösteren zihinsel çalışmanın kağıda dökülmesindeki imkansızlığı, saplantı, öfke, delilik eşiklerinde gidip gelen insanın karanlık, sakatlanmış, tekinsiz karakterini açığa çıkaracak ‘vuruşlarla’ araştırmaya girişiyor.” Bu yöndeki bir Bernhard okuması, saplantıya dönüşen tasarıların bizi yaşamdan soğutacak kadar çığrından çıkarabileceğini fısıldar ve sınırın daha en baştan çekilmesi gerektiğini ima eder. Bu bakış açısının ister istemez desteklediği “herkes gibi olun” görüşüne göre, biz daha tasarı aşamasına bile geçmemişken, bir türlü gerçekleştirilemeyeceğini, olamamak üzere doğduğunu, yazılamayacağını, söylenemeyeceğini, çizilemeyeceğini bize belli eden fikirler vardır. Bunlara kapılmamak, ihtiyatlı ve dikkatli olmak, ahlaki ve fikri özlemlerimizin ya da takıntılarımızın fazla üzerinde durmamak gerekir. İyi bir şiir okuru olabilir, ara sıra elimize kalem almayı deneyebiliriz. Bu istemeden ahlakçılık bize daha fazlasını ummamamız gerektiğini söyler. Zira ancak makul kalarak mutlu olabiliriz.
Oysa okura mutlaka Kireç Ocağı ile ilgili bir ipucu verilmesi gerekiyorsa, bu, “kusursuz başyapıt tasarısı ve arkasından olanlar” yüzeyinin, arka kapakta iddia edilenin aksine metnin temel izleği değil, romanı çevreleyen çok genel bir çerçeve olduğunun hissettirilmesi olmalı. Bunun aksini öne süren bir fikir ancak Bernhard’ı ve onun karakterlerinin ehlileştirilmesine, okurun da yargısının bu yönde gelişmesine yol açabilir. Bernhard’ın yazısının güzelliği ve vuruculuğu karakterlerlerinin saplantılarından ve öfkelerinden doğar. Bernhard’ın ilgilendiği, eğer varsa üzerine düşünmemizi istediği, tasarıların imkansızlığı, öfkenin ve saplantının insanı sakat bırakması değildir. Çünkü onun karakterleri öfke ve saplantıları sebebiyle acziyete sürüklenmez, aksine bunlara sahip olduklarından, öfkelerini ve takıntılarını tekrar edebildiklerinden ayakta kalmayı başarırlar. Bernhard’ın kahramanları, dünyanın bütün pisliğine, devletin ve dinin kuşatıcılığına, sansürcülüğüne, keyfi ve kanıtı kendisinden makbul ortalama doğrulara, ahlakçı zorbalıklara, başkalarının başına gelen felaketlere ancak bu yolla tahammül edebilirler. Kireç Ocağı’nın Konrad’ı bu yüzden herkese ve her şeye saldırır. Ona göre “din insanları kitle halinde kaosa itaat eder hale getirmeyi hedefleyen dangalakça bir deney” iken Avusturya dünyanın en çekilmez ülkesidir ve dünya üzerindeki hiçbir şey de Avusturya’daki “mahkemelerden daha karaktersiz ve ruh haline ve hava durumuna ve sempatiye bağlı değildir”. Zaten biz insanlar da istisnasız olarak “dünyaya getirilir ama yetiştirilmeyiz, bizi dünyaya getirenler yarattıkları insanı yok etmek için gereken her türlü beceriksizliği ve akılsızlığı yaparlar.”
Saplantılar tıpkı cömertçe, mutlulukla sarıldığımız öfkelerimiz gibi kendimizi korumanın bir aracı haline gelir Bernhard’da. Çünkü bu çığrından çıkmış dünyada kendi ellerimizle, özlemlerimizle ve takıntılarımızla yoğurmadığımız hiçbir şeye güvenilmez, diğer her şey elimizden kayar giderken ancak onlara tutunabiliriz biz. Öfkeli bir biçimde mücadele etmek, yaşamayı ve mücadeleyi bir saplantı haline getirmek… Kireç Ocağı’nı okumak, Bernhard’ın sadece edebi olmayan öfkesine sırt çevirmemek, aklını yitirmiş kendi Avusturyamıza duyduğumuz öfkeyi çekilir kılmanın, ona tutunabilmenin yolları üzerine de düşünmemizi sağlayabilir.
* Görsel: Ali Çetinkaya
Yeni yorum gönder