Yüzyıl sonra tarihçiler bugünkü Türkiye’nin hikayesine bir isim koymakta zorlanmayacaklar sanırım: Nefret çağı. Hepimiz nefret çağı çocuklarıyız. Üstüne üstlük, böylesi sâri bir nefretin telef ettiği topraklarda hemen her kesim kendi bireysel ya da kabilesel krallığını/beyliğini ilan etmek suretiyle niyetini açık etmekten imtina etmemektedir. Tabii bu manifestoyu takdim ederken hemen herkes liberal insani değerleri meze etmekten çekinmez. Buna bir de ideolojileri, milliyetçiliği ve Türklerin bilinçaltına işlemiş bölünme korkusunu ve “hassasiyet”lerini eklediğinizde güzide memleketimizdeki nefretin ve özelde de linç kültürünün köklerine varırsınız.
Terry Eagleton’ın deyimiyle, yaşadığını kendisine ispat edebilmek için ötekini yok etmenin çirkin hazzına kapılan ve kolayca tahrik olan öfkeli kalabalığın toplu cinnet anları, ne yazık ki hassas bir dönemden geçen ülkemizde giderek sıklaşıyor, normalleşiyor. Normalleşme, ikiz kardeşi unutuş ile el ele vererek linç kültürünü bir acayiplikten adi bir vakaya çevirmeye azmetmiş olsa da, edebiyat tarafında kalem sahipleri bize kalbimizi hatırlatıyorlar. Tanıl Bora ve Levent Cantek editörlüğünde derlenen Vur Ulan Vur! başlıklı “linç öyküleri,” bize kalbimizi hatırlatıp başımızı utançla önümüze eğmemize sebep oluyor.
Bizi utandıran öykülerin derlendiği bu kitapta biri çizgi olan 16 öykü mevcut. Bora Abdo, deneysel bir üslupla, linç ve intikam odaklı fütüristik bir ada hikayesi anlatıyor. Oya Baydar, 60 darbesinde solcu bir üniversiteli grubun muhbir ve ajan yaftalamasıyla karşı görüşlü bir genci linç edişlerinden söz açıyor. Gaye Boralıoğlu, zengin bir muktedirin sırf zevk için bir mazlumu linçe sürükleyen süreci nasıl idare ettiğini gösteriyor. Pelin Buzluk, bir ailenin kadınlarının korktukları bir erkekten korkmamaya başlamalarını hikaye ediyor. Behçet Çelik, çok insani bir damardan, arada kalmış bir adamın çaresizliği ve vicdani gelgitleri üzerine kuruyor öyküsünü. Veysi Erdoğan, muhalif bir öğretmenin geleneksel bir kasabada linçe sürükleniş sürecini öykülüyor. Mehmet Eroğlu, 1984 benzeri alegorik bir distopya yazmaya koyulmuş. İlban Ertem’in öyküsü bir piyanonun acıklı ölümü üzerinden çoğunluğun azınlığa karşı kontrol edilemez öfkesini resimliyor. Ayhan Geçgin, oğulları linçe kurban giden annenin sessiz ama inatçı direnişiyle babanın buralardan gitmek isteyişinin yarattığı gerilime yaslanıyor öyküsünde. Hakan Günday’ın kısa ama çarpıcı öyküsü bir polis sorgusu üzerinden ilerliyor. Akif Kurtuluş’un katmanlı hikayesi linçe ses çıkaramayışın yarattığı vicdan azabının sesi oluyor. Pınar Öğünç, bir yol öyküsüyle, linçe maruz kalmış birinin intikam almayışı, kendisi muktedir durumdayken insanları galeyana getirmeyişi üzerinden ahlaki bir sorgulamaya kapı aralıyor. Yıldız Ramazanoğlu, yıllar sonra Mavi Marmara’da şehit olan oğlunun görüntüleriyle yüzleşen bir babayı anlatıyor. Mine Söğüt’ün öyküsü, erkeklerin kendi güçsüzlükleri, hınçları ve ezikliklerinin intikamını kadınlardan alışının uzun tarihine yeni bir madde ekliyor. Yalçın Tosun’un sahici ve samimi öyküsü soruşturulmamış bir iftira üzerine linç edilen bir adamı hikaye ediyor. Ahmet Tulgar linç edilecek bir adamın hikayesini geriye doğru yazmaya girişiyor.
Tüm bu öyküler, unuttuğumuz kalbimizi hatırlatması bakımından çok önemli birer vesika.
* Görseller: İlban Ertem’in, kitaptaki “Piyano” öyküsünden...
Yeni yorum gönder