Öğrencinin öğretmene direnmesinin altında, eğitime karşı geliştirdiği hırçın tavırdan çok dayatılan, belli ki yönlendirilmiş, ezberletilmeye çalışılan bilgiyi istememesi, bünyenin gelişirken açlığını çektiği kimi şeyleri kendi kendine öğrenme refleksi yatıyor sanki. İnsan, sevdiğine ilgi duyuyor ve onun çözümü, alt edilmesi için uğraşıyor. Bir gence, birey olma yolunda ilerleyip, bedeninin sırlarını ve sınırlarını keşfederken; tarih, matematik, coğrafya, kimya gibi o an ihtiyaç duymadığı disiplinleri ve belgeleri dayatmak şüphesiz tiksinti uyandıracaktır. Hormonları mürekkep gibi hokkaya doldurup tüy batırılarak yazılmış bir kitap yoktur daha.
Hele ergenlik, o başlı başına bir iç savaştır; içerde kan gövdeyi götürürken oturup ertesi günkü sınava hazırlanmak standart sapmaları hızlandırır – ahlaki değerlere bağlı sosyolojik araştırmalar yapanların sinirini bozar; öğretmenlerin de –post dönemin elçileri gibi toplumsal statü yahut ömrünü boşa harcamış, başarısız bir canavar kostümü giyerek karşımıza geçmesi bu dalaşmanın randımanını artıracaktır. Öğrencinin öğretmeni sevmemesi değildir mesele; aslında öğretmenin öğrenciyi sevmemesidir aslolan.
Gencin arzuladığı, farkına varmadan yakınlaştığı şey usta-çırak ilişkisidir temelde; bilgiden nefret etse de maharetlerinin gelişmesi hoşuna gider. Yapabilmeyi, yaratabilmeyi, iyi taklit yeteneğini kişilikle bir tutar çünkü. Bilgi günümüzde bozmak ve onarmak için başvurulan bir kaynakken maharet hâlâ gücün sınanmasında büyük ölçüdür. Bilgin değil mahir olmanın yolunda ilerlemek yandaşı gencin öğrenimi, eğitimi dışlayıp özgür bırakılması, böylece içi ‘safsata’ ile doldurulmamış varlığının ‘bir işe yarayıp yaramadığını anlaması’ bağımsızlığını ilan etmesini sağlayacaktır. Ama sistem bağımsızlığı serserilikle bir tuttuğu için buna izin vermez.
Sistem, kontrol altında tuttuğu, denetlediği, biçimlendirdiği, eğilim verip sansürlediği her türlü bilgiyle donattığı organizmalar oluşturup kendi doğruluğunu kanıtlamak ve sürdürmek taraftarıyken, ortadaki büyük resme zarar verebilecek tüm argümanları ortadan kaldıracaktır; bazen ortadan kalkacak olan öğrenci olsa bile sistemin devamı için bu mubahtır.
ÇOĞUNLUĞUN İÇİNDE KAYBOLMAK
Sıradanlaşmak, ortalama değerleri tutturup onlarla yetinmek, genelin genel olma sağlığını zedelememek adına yetiştirilen öğrenci, öğretmenin gözbebeğidir; öğretmen sınıfındaki tembelleri sevmediği gibi çalışkan öğrencileri de sevmez gerçekte: Onların ilerde birer rakip olma potansiyeli taşımaları tehlikelidir; çıbanbaşıdırlar. Hiyerarşinin hükmettiği her yerde durum aynıdır; askere giden arkadaşınıza, yakınınıza şöyle tavsiyede bulunmaz mısınız: ‘Ne öne çık ne de çok silik kal.’ Çoğunluğun içinde kaybolmak, izini kaybettirmek huzur vericidir kimilerine. Sessiz çoğunluk tanımlamasının esası da politik değildir işte; birinin kurban seçilmesi esnasında gıkını çıkarmamaktır.
Asi öğrenci cahilliği savunmaz ki; asi öğrenci öğrenmek istediklerini ve bunun doğruluğunu savunur. Otoritenin eğitimle ilişkilendirilmesine karşı çıkar; evet, belki disiplinin gerekliliği konusunda yeteri kadar hassas davranamıyorsa da bunun ehlileştirmek olmadığının da bilincindedir.
Kendisi de bir öğretmen olan Luca Bloom, ska ve punk konserlerinde görülmesiyle diğer meslektaşlarından ayrılıyor; bir gençlik romanı sayılabilecek Sınıf Meydan Savaşı adlı kitabında, yukarıdaki çatışmalara pek yer vermese de öğrenciden yana olan tavrıyla, öğretmen-öğrenci çekişmesini onların gözünden perde perde trajediye taşırkenki akıcı diliyle özellikle bu yaşlardaki okurlarına okuma hevesi kazandırıyor ve oy’unu onlardan yana kullanıyor. Bizim topraklarımızın aynı yaş grubuna göre fazla ahlaklı bir gözlemi olduğunu söylesek de sert noktalarında rahat okunan, yormayan bir kitap.
Öğrencilerin ilgi duyup duymayacağını bilemem; ancak bu kitap, öğretmenler için bence bir yüzleşme kılavuzu sayılabilir.
Yeni yorum gönder