Pulitzer ödüllü Frank McCourt’un ünlü romanı Angela’nın Külleri’ni okumayanlara buradan selam gönderiyorum. Bence sizler çok garip insanlarsınız. Yaş 14 oldu mu önce Angela’nın Külleri, ondan sonra Ölü Ozanlar Derneği ve en son da V.C. Andrews’in insanın ömrünü çürüten roman dizisi Çatı’yı okumak farzdır, vaciptir. Bu sıralamayı takip etmediyseniz muhtemelen siz İpek Onguncusunuzdur. Hayatın ne kadar güzel olduğu yalanına kapılıp, parfüm yerine limon kolonyası kullanmanın temizlik göstergesi olduğuna inanmışsınızdır bir süre. Ama bu da geçicidir… Ben hem İpek Ongun romanlarını, hem de yukarıda saydığım üç romanı da okuyan azınlıktanım. Bu yüzden 14 – 16 yaş arasında edebiyat hakkındaki fikirlerim çok karışıktı. Aynı dönemde hem McCourt’la tanış, hem İpek Ongun’la… Çok garip bir durum gerçekten.
Neyse ki bu yazıda bir kez daha İpek Ongun ismi geçmeyecek (bir okuyucu olarak çok şanslısınız). Tamamen farklı bir yola giriyor ve yazar Frank McCourt’ın pek bilinmeyen, 36 yıllık eğitmenlik hayatını anlattığı kitabı Öğretmen’in ilk sayfalarını açıyoruz…
“Öğretmenlik kariyerimin ilk gününde, neredeyse liseden bir delikanlının sandviçini yediğim için kovuluyordum. İkinci gün ise az kalsın bir koyunla arkadaşlık etme olasılığından söz ettiğim için atılacaktım”
Kötü öğretmen / iyi öğretmen
Kitaba bir başladım, ertesi gün bitirdim! Hem çok eğlenceli, hem de çok zekice yazılmış. Kötü şakaya kaçmayan, tadında bir mizahı var. Zaten Angela’nın Külleri de böyleydi hatırlarsanız. Hikaye çok dramatikti ama trajikleştirme çabası yoktu yazarın. Bilakis başına gelen olaylarla dalga geçerek anlatıyordu. Öğretmen kitabı da aynı şekilde, Frank McCourt’un İrlanda’dan çıkıp Amerika’ya gittiğinde nasıl öğretmen olduğunu, ilk öğretmenlik günlerinde yaşadığı psikolojik baskıyı ve başına gelen enteresan olayları sevimli bir mizahla anlatıyor. Öğrencilerine “hayır” diyemeyen, onlara nasıl sözünü geçireceğini bilemeyen bir öğretmen oluyor Frank McCourt. Hatta o kadar kötü bir öğretmen oluyor ki, ne ders anlatabiliyor ne de arada bir anlatmayı başardığı dersleri dinlettirebiliyor! Müdürler bile onunla dalga geçmeye başlıyorlar. Sonrası umutsuzluk, ne yapacağını bilememe, olayları akışına bırakma…
Fakat size bir şey söyleyeyim mi, bence McCourt çok şanslı adammış. Şahsen bir McCourt hayranı ve hayatını baştan sona ezberlemiş bir okuru olduğum için böyle bir kanaatte bulunuyorum. Sahiden hayatı bu kadar güzel tesadüflerle dolu bir insan daha görmedim ben! Angela’nın Külleri’nde ve Türkçe’ye çevrilmemiş kitabı Tis’te anlattığı gibi, Öğretmen’deki anılarında da, hayatın onu çok ilginç yollara sürüklediğini görüyoruz. Öğretmenliğinin ilk günlerinde yine berbat giden hayatı, birdenbire değişiveriyor. Onu dinlemeyen, hatta hiç umursamayan öğrencileri McCourt’ı zamanla sevmeye, hatta çok sevmeye, ders günlerinin gelmesi için sabırsızlanmaya başlıyorlar. Peki nasıl oluyor da ilk zamanlar hiç sevilmeyen, hep dalga geçilen, ders anlatmayı bile beceremeyen bir öğretmen; kısa bir zaman sonra bütün öğrencilerin gözdesi, en eğlenceli ve öğretici derslerin öğretmeni olabiliyor? Bu da Frank McCourt’un o kıvrak zekasında saklı bir giz!
Hem ucuz hem zevkli
idefix’te devamlı bir indirim günü, indirim yumağı, indirim kuşağı gibi bir kampanya olduğu için çok sıkı takip ediyorum ben. Öğretmen’i de yine indirim günlerinden satın almıştım. Şimdi baktım da hala 4 liraymış, herkes alabilir rahatlıkla... Ben de çok araştırmadan aldım aslında. Sırf yazarı McCourt olduğu, bana eski çocukluk günlerimdeki Angela’nın Külleri zamanlarını anımsattığı için… Fakat dediğim gibi kitabı çok eğlenerek okudum. Bitirdiğim gün de maalesef Frank McCourt yaşamını kaybetti. 75 yaşında deri kanseriydi, öldü. Hayatını çok dolu yaşadığını düşünüyorum. Ve okuyucularının hayatlarına da çok şey kattığını…
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
2009 da yazdığınız bu yazıyı geç okuduğum için üzgünüm. mccourt gereçkten mükemmel bir yazar ilk okuduğumda sanırım lisedeydim ve bütün kitaplarını okudum. sizin gibi beni de etkiledi. mccourt'u bize hatırlattığınız için teşekkürler.
Yeni yorum gönder