Akademik bir kitapla ne zaman karşılaşsam ceketimi ilikleme refleksi gösteririm. Meltem Gürle’nin doktora tezinden yola çıkarak hazırladığı Ölülerle Konuşmak isimli kitabı da pek kolay lokma gibi durmuyordu. Oğuz Atay’ın başyapıtı Tutunamayanlar üzerine yazılmış bir kitap karşısında insanda belli bir tedirginliğin hasıl olması da doğaldı tabii. Fakat Gürle bununla da yetinmemiş, Atay’ın Batı kanonuyla kurduğu diyaloğu merkeze alarak karşılaştırmalı bir çalışma yapmıştı. Ceketin ilk düğmesini ilikleyiverdim.
Her metnin o veya bu ölçüde diyalog ihtimali barındırdığını bilirim elbette. Ama bazıları daha çok monoloğa dönüşmeye gebedir. Kendisinden hiç şüphe duymayan bir metin, bir süre sonra kendi kendine konuştuğunun ve okuru yalnızca bir dinleyici konumuna itelediğinin de pek farkına varmaz. Fakat Meltem Gürle’nin kitabının daha ilk sayfalarında, yazarın okurla kurduğu ilişkinin hiç de otoriter bir ilişki olmadığını gördüm. Derin bir soluk alıp ceketimin iliğini açtım. Kendisini okura dışarıdan bilinç taşımakla mükellef sayan yazarlarla Oğuz Atay’ın bir derdi olduğunu düşününce, Gürle’nin kendisini burdan kurtarabilmiş olması daha da değer kazandı gözümde. Bu vesileyle hemen söyleyelim, bu kitap kibriyle okurun üstüne abanan kitaplardan değil.
Metinlerarası demokratik ilişki
Ölülerle Konuşmak, Oğuz Atay’ın başyapıtı Tutunamayanlar’ın satırları arasında Batı kanonuna dahil metinlerin izini sürüyor.
Ölülerle Konuşmak, Tutunamayanlar’ın satırları arasında Batı kanonuna dahil metinlerin izini sürüyor. Her bölümün başında bir teorik çerçeve sunmuş Gürle. Bu da bir perspektif kazandırıyor ve konunun daha iyi anlaşılabilmesi için gerekli zemini oluşturuyor.
Kitap bize, Tutunamayanlar’ın yalnızca bir ulusal alegori olmadığını, konuştuğu öteki metinler üzerinden daha evrensel temalar ışığında yeni okumalara açık olduğunu gösteriyor. Fakat bununla da kalmıyor, Tutunamayanlar’ın, diyaloğa girdiği eserleri yeniden ve yeni bir bakışla okuma kapısı açtığını fark etmemizi sağlıyor.
Sözgelimi Goethe’nin romanı Wilhem Meister’in Çıraklık Yılları ile Tutunamayanlar’ın karşılaştırıldığı sayfalar böyle bir “yeniden okuma” iştahı uyandıran bölümlerden. Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da oluşum romanının yeni bir örneğini sunarak değil, onun parodisini yaparak diyalog kuruyor Goethe’yle. Böylece diyaloğun her zaman bir uzlaşı değil, çarpışma da içerebileceğini görüyoruz. Bu da okurda Goethe’ye ve tipik bir oluşum romanı kahramanı olarak Wilhem’e yeniden bakma arzusu uyandırıyor.
Shakespeare’den Goethe’ye, Dostoyevski’den Joyce’a, her biri kendi çağına damgasını vurmuş yazarlar Tutunamayanlar’ın satırları arasında gezinen hayaletler. Fakat Meltem Gürle bunun bir metinlerarasılık değil, diyalog olduğunu ısrarla vurguluyor. Aradaki farkı açıklamak içinse Mihail Bahtin’e başvuruyor. “Atay, kendisinden öncekilerle diyalog halinde olduğunun farkındadır. Hatta bu durumu benimser ve bilerek isteyerek romanın parçası haline getirir,” diyor Gürle. Öyleyse söz konusu olan kendisinden önceki güçlü yapıtlardan el almak değil. Atay, onları kendi metnine taşımaktan öteye geçiyor. Okurun zihnindeki Hamlet’e, Budala’ya, Ulysses’e de sızıyor.
Bu anlamda Oğuz Atay, sadece okurla ve yarattığı karakterle değil, kendisinden önceki kült yazarlarla da demokratik bir ilişki kuruyor. Aynı demokratik ilişkiyi Doğulu bir yazar olarak Batı’yla ilişkisinde de talep ediyor. Demokrasinin en önemli göstergelerinden biri de “güçlü” görünenle alay edebilmek. Belki de bu nedenle “Batı’yı kendi bakışı altında ve üstelik çıplak ve gülünç bir şekilde hayal ediyor.” Epik anlatılarla dalga geçmesi, oluşum romanlarının parodisini yapması, bilinç akışı tekniğini o güne dek kullanılmış şekliyle kopyalamak yerine kendi yorumunu getirmesi de aslında “edebi otoritenin yol açtığı kısıtlanmışlık hissi”nden kurtulmak ve böylece eşit bir diyalog şansı yakalamak için olmalı. Roman boyunca akıl kültünün eleştirisini yapan Oğuz Atay’dan başka türlüsü beklenemezdi zaten.
Her tür otoriteye nanik
Atay’ın otoriteyle bir alıp veremediği var kuşkusuz. Otoritenin en önemli temsilcisi baba figürü de Tutunamayanlar’da önemli bir yer tutuyor o yüzden. Bu bağlamda Atay’ın Shakespeare’le kurduğu diyalog bu temel meseleyle de ilişkili. Babalar her yerde, ve edebiyat da bundan muaf değil. Ataerkil otorite problemi Tutunamayanlar’da Hamlet metaforuyla yer alıyor. Bunun yanı sıra Meltem Gürle, Atay’ın (aslında Joyce’un da) Shakespeare’le kurdukları diyaloğun kendi edebi babalarıyla da bir hesaplaşma anlamına geldiğini belirtiyor. İşte meselenin sadece metinlerarasılık olmadığının bir kanıtı daha.
Atay’ın romanında hiçbir sesin iktidarını sonuna kadar sürdüremediğini belirtiyor Gürle. İlerlemeciliğe ve akıl kültüne getirdiği eleştiri, totoliterliğin tekrar ve tekrar alaşağı edilmesiyle kuvvetleniyor böylece.
Tutunamayanlar’ın tek ve basit bir iktidarla kavga etmediğini farklı görünümdeki her türlü otoriteyle hesaplaşan bir metin olduğunu görüyoruz kitap boyunca. Birinci bölümde Gürle, Atay’ın epik anlatılarla hesaplaşmasını çözümlüyor söz gelimi. Dünyayı kavramanın ve anlamı ele geçirmenin olanaksızlığına inanan Oğuz Atay, yazarın elinden “son sözü söyleme” yetkisini de alıyor.
İkinci bölüm, Atay’ın Don Quijote ve Cervantes’le girdiği diyaloğu Hegel’in efendi-köle diyalektiği perspektifinden ele alıyor. Otoritenin farklı bir açıdan yeniden sarsıldığını görüyoruz. Meltem Gürle’nin ifadesiyle; “efendi ile uşağın sesi birbirine karışırken dünyevi olan ile uhrevi olanın ilişkisi tek bir anlatıda bir araya getiriliyor.”
Aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan oluşum romanı ile Tutunamayanlar arasındaki çarpışmanın ele alındığı bölümden söz etmiştim. “Goethe geçmişi, şimdiyi ve geleceği çizgisel ve tarihsel bir zaman anlayışı benimseyerek ve bir gereklilik zinciri içinde sunmak istemektedir,” diyor Gürle. Atay ise Tutunamayanlar’da bir yenilgi hikayesi anlatarak bu tarih ve zaman algısının da parodisini yapıyor.
Ölülerle Konuşmak, Türkçe edebiyatın başyapıtlarından birinin dünya edebiyatı tarihindeki yerini teslim eden son derece ciddi ama asık suratlı olmayan bir kitap. Oğuz Atay’a yakışır şekilde.
Yeni yorum gönder