Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

''Okurun Çizdiği Patikayı Asla Takip Etmem''



Toplam oy: 168
Meryem Mine Çilingiroğlu tarafından Türkçeye kazandırılan Domenico Starnone’nin Şaka kitabı, basit diliyle, yoğunluğuyla sunduğu yalın hikâyeye nazaran yarattığı büyük etkiyle herkesin empati kurabileceği bir dede-torun hikâyesi. En prestijli edebiyat ödüllerinden Strega Ödüllü Domenico Starnone, Napoli Romanları’yla dünyayı kasıp kavuran gizemli yazar Elena Ferrante olduğu iddialarıyla da gündeme gelmişti. Yazarla, son romanı Şaka üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Şaka bir üstkurmaca anlatı olarak değerlendirilebilir. Daniele Mallarico, kitabınızın ana karakteri, ve kitaptaki illüstrasyonlar, künyede de belirtildiği gibi, Dario Maglionico adlı bir illüstratöre ait. Bu küçük şaka aklınıza nerden düştü?

 

Hikâyeyi ilk yazdığımda, ek ve ana metin iç içeydi ve buna çizerin, yani benim yaptığım çizimler eşlik ediyordu. Ek nasıl ortaya çıktı derseniz cevabım basit: Yaptığım resimlerin kesinlikle vasat olduğunu anladığımda. Bu noktada metni Dario Maglionico’ya okuttum, kendisine ne istediğimi anlattım; hayalle gerçekliği birbirine karıştırmaya dair eskiden beri var olan ve daima şiddetli eğilimimden dolayı, hayal ürünüm olan çizere de gerçek çizerin adını verdim.

Yeni nesil farklı bir bakışa sahip

Kitabın kapağı da aynı çizere ait. Biz Türkiye edisyonunda farklı bir resim kullanmayı tercih ettik.
Evet. Türkiye’deki kapak da iyi ama İtalyan kapak şakayı biraz daha tamamlıyor.

Daniele, Henry James’in “Jolly Corner” öyküsü için bir şeyler çizmeye çalışıyor. Bu öykünün kitabın ana omurgasını oluşturduğu da söylenebilir. Henry James ve Napoli… Nerden çıktı?
“Jolly Corner”ı Napoli’yle birleştirmek on yıllardır aklımdan geçiyordu. O öyküyü, James’in diğer öykülerinden daha çok seviyorum belki de. Özellikle de hayaletlerin arkamızda bıraktıklarımızdan ibaret olduğu fikrinden hoşlanıyorum, arkamızda kalmasalardı geleceğimiz olabilirlerdi.

Şaka’da gelecek ve geçmiş çatışmasını görüyoruz. Artık yaşlanmış olan Daniele, zamanı yakalamakta zorlanıyor. Bu yüzden editörü tarafından acımasızca eleştiriliyor. Sizin uyum sağlayamamak gibi, geride kalmak gibi bir korkunuz var mı?

O korkuyu iyi biliyorum ve sanatımda da dile getiriyorum. Bu her zaman olması gereken, yerinde bir korkudur; hem ben de sahneyi her zaman işgal etmek isteyen aydınlardan, sanatçılardan hoşlanmam. Zaman geçiyor, değişimler oluyor, yeni nesil farklı bir bakışa sahip. Asıl böyle olmasa, vay halimize!

Yeni nesil bir öncekinden hep daha zeki oluyor, değil mi?
Bu zekâ meselesi değil de zamanlama meselesi. Ben yazmayı mürekkep hokkası ve emici kâğıt zamanında öğrendim. Olgunluk dönemimde tükenmez kalem ve daktilo vardı. Yaşlılığımda ise kişisel bilgisayara, elektronik yazışmalara ve internete uyum sağlamaya çalışmam gerekti. Oysa bunlar çocuklarım, torunlarım için fazlasıyla tanıdık araçlar. Onlar bu döneme, tıpkı benim kendi dönemimde gösterdiğim, o alışageldik ustalıkla konumlanıyorlar.

Oğlunuz Federico bir senarist, sizin de kitaplarınız filme uyarlanıyor. Eşiniz Anita Raja’nın adını gazetelerde sıkça görmeye başladık. Aile içindeki entelektüel etkileşiminiz nasıl şekilleniyor?
Beni ilk olarak eşim, ardından da çocuklarım okuyor. Onların karmaşık bulduğu sayfaları hemen her zaman baştan yazıyorum. Yeniden yazmayı çok seviyorum; bu, öncesinde temkinli olmak adına gitmediğim yerlere gitmemi sağlıyor.
Ama okurum bana takip etmem için bir patika çizerse, o patikayı asla takip etmem. Takdir ettiğim ve çok sevdiğim bir kişiyse bile bu değişmez. Övgü ya da eleştirilere ihtiyaç duyarım ve bunları kabul ederim ama sonra, pekâlâ, canım ne istiyorsa onu yaparım.


Peki uyarlanan senaryolarınızla ilgili ne düşünüyorsunuz? Yazım biçimleri arasında göze çarpan farklar nedir?
Senaryo ve kitap yazmak tamamen başka iki farklı yazım biçimi. Bir hikâye yazmak, bağımsız olan, tamamı sayfaların içinde yer alan bir eser bitirmek demektir. Bir senaryo yazmaksa, tamamına ermek için bir film yönetmenine, sahne düzenleyicisine, görüntü ve ses direktörüne, kurgu yönetmenine, kompozitöre vesaire ihtiyaç duyan bir eserin temelini atmak demektir. Kısacası burada, metinden filme, yazılı anlatıdan görsel anlatıma yapılan bir sıçrama vardır. İlk yazan kişi «ilk gören» olduğundan, ekranlarda görülen şey, asla yazarken görülmüş olan şeyle örtüşmez. Haliyle de azımsanmayacak bir hayal kırıklığına neden oluyor.
Şakaya değil kendime gülmeyi severim



Henry James’e hayranlığınızdan başka söyleşilerde de bahsettiniz. Çağdaşlarınızdan kimleri okuyorsunuz?
Ben çok deneme okuyorum. Bunun yanı sıra, daha genç arkadaşların edebi çalışmalarını takip etmeye çalışıyorum. Ama Alice Munro’nun yazdığı gibi hikâyeler yazamadığım için üzgünüm…
Elena Ferrante, onu okudunuz mu?
Ferrante’yi de okudum ve kendisine hayranım. Çok yerel hikâyeler yazmasına karşın, bütün dünyada okuyucu bulabildi. Burada hem talih hem de hiç de azımsanamayacak bir yetenek söz konusu.
Elena Ferrante müstear isminin size ait olduğuna dair araştırmalarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Kendisiyle, aynı şehirde doğmuş olmak haricinde, herhangi bir bağım yok.

Son soru: Şaka yapmayı sever misiniz?
Hayır ama kendime gülmeyi severim. İnsanın kendine gülmesini çok severim, kendini fazla ciddiye almasındansa nefret ederim.
Not: Röportajda Starnone'nin cevaplarını İtalyanca aslından Meryem Mine Çilingiroğlu çevirmiştir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.