Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Olaylar fantastik bir kasabada geçiyordu...



Toplam oy: 1071
Ahmet Altan
Everest Yayınları
Eğer Altan çoksatar bir roman yazdığını, amacının da zaten bu olduğunu iddia ediyorsa diyecek sözümüz yok; akıcı bir dil, aforizmalar, olaylar olaylar olaylar…

Yeterince okunmadığı, yazamadığı, bilinmediği için küsüp köşesine çekilmiş bir yazar, yeni bir roman yazma arzusuyla, “belki de” bir dağ köyüne gitmek üzere yollara düşer. Ancak yol üzerinde gördüğü “Satılık Deniz” levhası ilgisini çekince bu sahil kasabasında duraklayıp, yemek yemek için bir köfteciye girer. Köfteciyle bir süre sohbet eden yazar, bu kasabanın görüp görebileceği en ilginç yerlerden biri olduğunu hemen anlar; bir tür katil yuvası, esrarkeşler cenneti, gizli günahlar kalesi, savaş alanı, define adası olan kasabada hemen bir ev kiralayıp ivedilikle insanları ve kasabayı çözümlemeye başlar.

 

 

 

İlerleyen sayfalarda önce belediye başkanının aşık olduğu kadını, ardından kasabanın en güçlü ikinci adamının karısını yatağa atan yazar, bir süre sonra kasabanın neredeyse tamamının internetteki sohbet sitelerinde vakit geçirdiğini tespit eder. Her birinin nickname'lerini öğrendikten sonra kendisine sahte bir profil oluşturarak kasabalıların gizli günahlarını bir bir ağızlarından almak, kadın ve erkek ruhundan anlayan (ayrı ayrı) yazarımız için işten bile değildir. Boş vakitlerinde kasabanın 'orospu'su Sümbül’le birlikte olup ondan kasaba hakkında önemli bilgiler edinmeyi de ihmal etmeyen yazar, iyice boş kaldığında evine temizliğe gelen Hamiyet Hanım’ın baldırlarını seyrederken onun da gizli gizli kendisini arzuladığını anlayıverir. Bu arada kasabanın en güçlü iki adamı ve diğer zenginleri İsa’nın gömülü olduğuna inanılan bir tepedeki hazine için birbirlerini yemeye başlarlar. Aslında önemli olan hazine değil, iktidarı (gücü) elinde tutmaktır, bir süre sonra yazar da bu iktidar kavgasının oyuncağı olduğunu hissetmeye başlar.

 

 

 

 

Bana bu kadarı yetti ama meraklısı için söyleyelim; romanda bunun dışında kabadayıların savaşı, mafyatik ilişkiler, bir teyze ve yeğenin yasak ilişkisi, Tanrı’nın da nihayetinde bir yazar olduğu fikrinden yola çıkan varoluşçu diyaloglar, patlayan tabancalar, kirli polisler, mistik (tasavvufi demeye dilim varmıyor) sohbetler, bol bol da felsefi çıkarım mevcut.
Ahmet Altan’ın yeni romanı Son Oyun, sadece kıskanılacak bir tiraja (iki saatte 100 bin diyorlar) değil, aynı zamanda bizim gibi sıradan okurları zihinsel felce uğratacak bir konu çeşitliliğine de sahip. Hal böyle olunca insan söze nereden başlayacağını da kestiremiyor. Eğer Altan çoksatar bir roman yazdığını, amacının da zaten bu olduğunu iddia ediyorsa diyecek sözümüz yok; akıcı bir dil, aforizmalar, olaylar olaylar olaylar… Eh bu roman da muadillerinden pek farklı sayılmaz bu durumda. Ben ilgili kitabın bir edebiyat eseri olma iddiası taşıdığı vehminden yola çıkarak bazı kişisel itirazlarımı dile getireceğim.

 

 

 

 

Size fazla elitist gelebilir ama iyi romanların kolay hazmedilemediğine, hatta öyle ha deyince okunamadığına dair bir önyargım var: Karamazov Kardeşler, Ulysses, İlahi Komedya, Don Kişot, Lolita, Katip Bartleby, Yüzyıllık Yalnızlık, Tehlikeli Oyunlar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Aylak Adam, Suskunlar… Liste uzar gider. Bu kitapların yazarları bunu nasıl başarıyorlar bilmiyorum ama biz satırlar üzerinde sprint atmaya kalktıkça roman, sırtımıza binip gem kısıyor adeta. Evet büyük romanları okurken o bizi değil, biz onları taşırız sırtımızda. Son Oyun ise, bana sorarsanız, edebi bir eser olmak için fazla hızlı, üzerine binilmeye fazla istekli. Bu bir.

 

 

 

 

 

 

İkinci olarak Altan’ın romanında garip bir tembelliğin göze çarptığını söylemeliyim. Buna anlatıcı tembelliği diyebiliriz. Romanın kahramanı -ve anlatıcısı- bence hikaye anlatmanın altın kurallarından “anlatma göster”in hilafına, sürekli düşünüyor, hissediyor, hissediyor, düşünüyor… Son Oyun’da bu zihinsel tembellik aslında fazladan yazılmış bir sürü cümle ve sahneye sebep oluyor. Anlatıcı sürekli anlatmaya çalışıyor, serinkanlılığını koruyamıyor. Öyle olunca da; ortaya 8. sayfanın 8. satırındaki şu cümle gibi cümleler çıkıyor: “Şimdi düşündüğümde asıl ilgimi o gülüşüyle çektiğini düşünüyorum.” Üşenmedim saydım; 8 ve 9. sayfalarda anlatıcımız tam 4 kez düşünüp 6 kez hissediyor. Bilen bilir iki sayfa için bu çok yüksek bir kelime tekrar oranı.

 

 

 

 

Az önce bahsettiğim karnavalı andıran konu çeşitliliği romanın merkezini de sürekli kaydırıyor. Mesela kaba bir tahminle toplamda elli yüz sayfa tutan “kasabalının internetle imtihanı”nın romanın akışı açısından gerçekten vazgeçilmez olup olmadığı konusunda şüphelerim var.  Bu toplamdan elimize, yan karakter bile sayılmayacak, teyzesiyle arasındaki cinsel gerilimi itiraf eden bir yeğen dışında bir şey geçmiyor. Farkındayım saymayı bıraktım ama internet demişken kasabaya yeni gelmiş bir yabancı, kasabalıların hepsinin sohbet sitelerinde cirit attığını nasıl anlayabilir? Hadi anladı, her birinin nick'lerini nasıl öğreniyor? Bu ciddi bir mantık hatası. Hepsi aynı siteyi neden kullansın? Hepsi her seferinde aynı nick’i neden kullansın? Peki hepsi tanımadığı bir adama neden günahlarını itiraf etsin? Bu soruların bir cevabı yok, olması da mümkün değil. Eğer Ahmet Altan bu romanı otuz yıl önce yazsaydı, buna bir distopya der ve “Başımıza bunlar gelecek mi?” diye düşünebilirdik ama açık söylemek gerekirse yazar internet çağını doğru okuyamamış, çağın gerisinde kalmış ve ortaya gerçeklikten kopuk bir manzara çıkmış. Biri şöyle söylemeliydi Altan’a: “Böyle gelişmedi olaylar, şu an durum bu değil. En azından bu kadar basit değil.”

 

 

 

 

Biliyorum hikaye anlatmak için rasyonel olmaya ihtiyacımız yok ama iç tutarlılık ve sahicilik her zaman gözetilmeli. Son olarak yerim dar geldiği için kısa bir tespitte bulunacağım. Altan’ın içinde bir filozof uyuyor ve o filozof her uyandığında roman nitelik olarak bir adım daha geriye gidiyor. Aforizmalar, sosyal tespitler, bilgiçlikler çoğaldıkça romanın şirazesi kayıyor. İyi romanlarla edebiyat sahnesine adım atmış bir yazar olan Altan, içindeki filozofu susturmayı başardığı zaman edebi başarısına da bir adım yaklaşmış olacak. Belki unutmuştur diye hatırlatalım: Her biri renkli, boy boy, afili ilmiklerle güzel bir sepet örmek mümkün değildir. Güzel bir hasır sepet için binlerce düz, gösterişsiz ilmeğe ihtiyacımız vardır, fazlasına değil.

 

 

 

 

 

 

(Görsel çalışma: Mert Tugan)

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


++++++++++++11111111111

28%
72%

+1

47%
53%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.