“‘Bir konuyu açmak onu yok etmektir, Efendim’ – efendim sözcüğünü ‘efenim’ diye telaffuz ediyorum – Bu da beni akşam yemeği boyunca güldürmeye yetiyor.” (s. 35) Elimin altındaki Big Sur’un öyle büyük bir etki alanı var ki, bir konu gibi onu açarken yok olmasını istemiyorum. Yaprak yaprak, kelime kelime açılsın ki, örneğin bilinçli olarak yok edilmiş bir harfin, yıkıcı düşünceye katabileceği nükte ve neşe ortaya çıksın.
Big Sur’u okurken Kerouac’ın diğer kitaplarının etkisinden kurtulup tek, biricik bir nesneymiş gibi düşünmeye çalıştım. Aklım, Harold Bloom’un “etkilenme endişesi” adını verdiği, daha önce yazılan kitaplardaki dilin şu anda yazılan metne, bellek/hatırlama yoluyla yaptığı tuhaf ve sinsi tesirle de meşgul oluyordu bir yandan. Bunu şiir, öykü belki de roman yazarken, üretirken yaşar yazar daha çok; fakat bu yazı da, benzer bir endişenin mücadelesini barındırıyor içinde. Israrla Beat kuşağından ve beatniklerden bağımsız, Yolda’dan azade, hatta Kerouac’ın Kerouaclığının dışında bir yazarı ve onun tecrübelerini görmeyi denedim. Bu, benim için kendine özgü bir okuma deneyimi oldu; çünkü yazara daha saf bir şekilde yaklaştığımı hissettim.
Big Sur, hem korkunç ama güzel California sahilinin, hem de oradaki tecrübenin tercümesinin adı. İnişli çıkışlı, yılankavi yollarla çevrilen topografi, şimdiki zaman deneyimlerine doğrudan etki eden, ilişki biçimlerinin de bir anlamda resmini veren bir araç olarak çıkıyor karşımıza. Tabii, okuma boyunca uçurumun kenarında rahatça yürüyüş yapar gibi, ölümü bir ölümsüz gibi yaşamaya neden olan şey, şüphesiz, Kerouac’a has bir kırılganlık hali. Bu yüzden mekan, zamanı ve bu soyut şeye kütlesini veren nesneleri, yaşantıları ve kalan her şeyi derin bir duyarlıkla kavrayıp aktarmada en belirleyici öğe oluyor.
Kerouac’ın güçlü ve aşırı hassas olan algısı, ta ötelerden seslenen artık dost olmuş hayaletimsi eşek Alf’i duyuyor, kulübenin etrafında dolaşan farelerin yaşama hakkı üzerine içtenlikle düşünüyor, gri örümceklerin en minik hareketlerini fark ediyor. Aynı anda, hayvanların yazarın dünyasındaki uyumlu yerine eklemlenen karakterlerle, bu karakterlerin yazarın peşini bırakmayan konuşmalarını, hatta senkronize biçimde, araba kullanırken sahildeki dalgaların kilometrelerce sürüklediği çöpleri anlatıyor yazar. Bu “her şey”i içine alan kırılganlık, sapkınlaşmayan delirium hali bana Antigone’nin müthiş mutlaklığını hatırlatıyor. Matematiksel mutlaklık gibi, eksi ya da artı kutuplu sayı, etrafındaki iki çizginin dışına pozitif olarak çıkıyor. Yani, etraftaki her olumsuz ve olumlu şeyi, metne dökerken, sonuç mutlak pozitif oluyor. Bir de yazar üstüne, “Kim bu denli huzurluyken delirebilir ki?” diye soruyor. (s. 47)
Kerouac’ın kırılganlığı, bazen yolculuğa, yaşamın içine doğru giden yolların yıpratıcı güzelliğine verilen molada, kendiyle yalnız kaldığında yediği ve dünyanın en lezzetli şeyi olarak nitelendirdiği sandviçi anlatmasıyla, bazen de kulübedeki “vahşi yaşamında” defalarca ve defalarca giyip sonuna kadar faydalandığı kutsallaşmış süveterlerden bahsederken, yırtılan gömleğini annesinin verdiği iğne iplikle diktiğini söylerken açığa çıkıyor. Bu kırılganlık o kadar uçucu ki, uzayda ruhunun gezinmesine olanak veren şey de bu.
Bir su samuru öldüğünde
Hassasiyet. “Anlatması çok zor, yapılacak en iyi şey yalandan sakınmak,” diyen Kerouac’a “kendi ekmeğini yapabilen kimse mübarek insandır” cümlesini Big Sur’a yazdıran şey, onun şeffaflığı, bu dünyada nadir bulunacak derecedeki dürüstlüğü, zekasıyla iç içe geçen aşırı duyguları. Bir su samuru öldüğünde kalbine yumruk iniyor, oradan çocukluğunda ağabeyiyle karınüstü yere uzanıp kedilerin süt içmesini izliyor, hatta yüzünü olmayan bir şeye sürtesi geliyor. Kerouac sarhoş olduktan sonra saçlarının nasıl kuruduğunu, ellerinin nasıl titrediğini, ayakkabısını bağlarken bir şeyleri nasıl devirdiğini, tüm bunları zamanı en ince ayrıntısına kadar yavaşlatmış gibi gözlemleyerek, ama Pasifik Okyanusu'nun ortasında jet hızıyla gidermişçesine sürat yaparak ve aynı zamanda anası, babası, ağabeyi ve sevgili dostu için yüzünü ellerine gömüp ağladığını söyleyerek anlatıyor. Buradaki kedere, yaşamdan büyülenme (keşke yaşamdan büyülenmenin karşılığı olan bir duygu, tek bir sözcük olsa) karışıyor örneğin: “Şimdi de küçük Elliot gelip annesinin kucağına çıkıyor ve soru sormaya başlıyor: 'Billie' diyor annesine, 'Billie Billie Billie' kadının yüzüne dokunarak, bense yerimde bütün bunları seyrediyor ve kederimden neredeyse çıldıracak gibi oluyorum.” (s. 164)
Big Sur’da özgürlüğün; özgürlüğün tersi her ne ise, ondan daha uçucu, daha melankolik, daha güçlü, daha narin olduğunu görüyorum. Yani, olmayan şeylere yüzümüzü sürterken, bu sürtünmeden yaşamı çok sevmenin ateşi çıktığını... Big Sur’un yakıcı ruhu ait olduğu yerde, yani uzayda geziniyor. Biz de, bu ruhun dilinden yaprak yaprak, kelime kelime tırtıklıyoruz. Tırtıkladıkça küçülmüyor ruh, büyüyor. Hatta belki gıdıklanıp gülüyordur.
Yeni yorum gönder