“Beş parmağın beşi de bir olmaz”mış... Gerçekten de eninde sonunda aynı el ayasına bağlansalar da hiçbiri birbirini tutmaz şu beş parmağın. Gelin biz şunu dört yapalım ve bugün, burada birbirine benzemez dört kardeşten bahsedelim: Paul, Wendy, Jude ve Phillip… Yuvadan çoktan uçmuş bu dört kuşu geri getiren ne olabilir? Tabii ki çoktan öte dünyaya göçmüş bir baba.
Jonathan Tropper’ın kaleminden çıkan Burada Ayrılıyoruz, babanın ölümünü haber veren bir girizgahın ardından adeta tipik bir bağımsız Amerikan filmi gibi açılıyor: Judd, babasının cenazesine gitmeye hazırlanırken müstakbel eski karısı Jen çıkagelir. Jen, Judd’u aldatmıştır, üstelik Judd’un patronuyla. Judd o ikisini kredi taksitlerini ödemeyi henüz bitiremediği evinde, kendi yatağında çılgınca sevişirken yakalamış, patronu Wade’i ateşe vermiş ve karısı Jen’in burnunun kırılmasına sebep olmuştur. Uzun lafın kısası Judd’un o güne dek ilmek ilmek dokuduğu, ideal ve su geçirmez hayatı bir anda başına yıkılmıştır. Yetmezmiş gibi bir de Jen hamiledir ve elbette kader ağlarını örmektedir.
Babalarının ölümü dört kardeşi banliyödeki evlerinde tekrar bir araya getirir; fakat dinle ilişkisi sosyal bir bağı geçmeyen rahmetli babalarının onlara bir sürprizi vardır; tam yedi gün boyunca alçak taburelerde oturup babalarının yasını tutmaları gerekmektedir. Ve diyebiliriz ki bu yedi gün hayatlarının en uzun yedi günü olacaktır. Kardeşlik ne de olsa enteresan bir bağdır. Olumlu manada bir dert ortaklığını ve olumsuz manada da sürekli bir çekişmeyi beraberinde getiren, kimi zaman sıkıntılı ve gergin bir ilişki.
Bu noktada diyebiliriz ki Burada Ayrılıyoruz eşi tarafından aldatılan bir kocanın aşkı tekrar bulma çabasından ziyade kardeş olmayı, aile bağlarını ve büyümeyi anlatan bir roman. Aldatılan, terk edilen, tavanından tahliye boruları geçen bir bodrum katında yaşamaya mecbur kalan ve yakın zamanda babasını kaybeden Judd’un aşkı bulma çabası, işin yalnızca görünen yüzü. Bu popüler boyayı kazıdığınızda geçmişi pişmanlıklar, suçluluk duyguları, reddedilişler ve kaybedişlerle dolu bir adamla karşılaşıyorsunuz. Judd’u seviyor, benimsiyor, o ille de mutlu bir sona kavuşsun istiyorsunuz kitap boyu. Jen’i affetsin mi, lise yıllarının hülyalı hatırası Penny ile mi beraber olsun derken sayfalar akıp gidiyor. Bu manada gerçekten de romantik soslu bağımsız Amerikan filmleri gibi. Bu sebeple yazarımızın aynı zamanda senaristlik de yaptığını öğrenmek bizi şaşırtmıyor.
Fakat başta da söylediğim üzere bu umutsuz romantik Judd’un aşkı kaybedişinin ve buluşunun öyküsü değil. Burada söz konusu olan geçmişi güvensizliklerle, pişmanlıklarla, suçluluk duygularıyla dolu bir adamın kendisini geçmişinden koparamayışı. Çünkü biz beğensek de beğenmesek de, aile kaderdir ve biz ondan kaçamayız. Günün birinde biraz kendi aptallığı, biraz da bizim yüzümüzden hayatının fırsatını kaçıran abimizle, harcayamayacağı kadar parası, üç çocuğu ve boşa harcadığı bir hayatı olan ablamızla, ipsiz sapsızın biri olan, fakat her seferinde bir şekilde kendisini sevdirmeyi başaran ve asla kızamadığımız küçük kardeşimizle, hayatı kendi şovu olarak gören ve bizi de kendi şovuna malzeme eden annemizle ve en başta da ölmüş babamızla hesaplaşacağımız an mutlaka gelecektir. Sonra mı? Sonra country müzik eşliğinde arabayı ufuk çizgisine doğru sürmek gerekir. Çünkü bu sonu mutlu biten hikayelerden biri değil.
* Görsel: Beth Hoeckel
Yeni yorum gönder