Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ölüm bizi kavuşturana dek



Toplam oy: 1040
Jonathan Tropper
April Yayıncılık
Sonra mı? Sonra country müzik eşliğinde arabayı ufuk çizgisine doğru sürmek gerekir. Çünkü bu sonu mutlu biten hikayelerden biri değil.

“Beş parmağın beşi de bir olmaz”mış... Gerçekten de eninde sonunda aynı el ayasına bağlansalar da hiçbiri birbirini tutmaz şu beş parmağın. Gelin biz şunu dört yapalım ve bugün, burada birbirine benzemez dört kardeşten bahsedelim: Paul, Wendy, Jude ve Phillip… Yuvadan çoktan uçmuş bu dört kuşu geri getiren ne olabilir? Tabii ki çoktan öte dünyaya göçmüş bir baba.

 

Jonathan Tropper’ın kaleminden çıkan Burada Ayrılıyoruz, babanın ölümünü haber veren bir girizgahın ardından adeta tipik bir bağımsız Amerikan filmi gibi açılıyor: Judd, babasının cenazesine gitmeye hazırlanırken müstakbel eski karısı Jen çıkagelir. Jen, Judd’u aldatmıştır, üstelik Judd’un patronuyla. Judd o ikisini kredi taksitlerini ödemeyi henüz bitiremediği evinde, kendi yatağında çılgınca sevişirken yakalamış, patronu Wade’i ateşe vermiş ve karısı Jen’in burnunun kırılmasına sebep olmuştur. Uzun lafın kısası Judd’un o güne dek ilmek ilmek dokuduğu, ideal ve su geçirmez hayatı bir anda başına yıkılmıştır. Yetmezmiş gibi bir de Jen hamiledir ve elbette kader ağlarını örmektedir.

 

 

Babalarının ölümü dört kardeşi banliyödeki evlerinde tekrar bir araya getirir; fakat dinle ilişkisi sosyal bir bağı geçmeyen rahmetli babalarının onlara bir sürprizi vardır; tam yedi gün boyunca alçak taburelerde oturup babalarının yasını tutmaları gerekmektedir. Ve diyebiliriz ki bu yedi gün hayatlarının en uzun yedi günü olacaktır. Kardeşlik ne de olsa enteresan bir bağdır. Olumlu manada bir dert ortaklığını ve olumsuz manada da sürekli bir çekişmeyi beraberinde getiren, kimi zaman sıkıntılı ve gergin bir ilişki.

 

Bu noktada diyebiliriz ki Burada Ayrılıyoruz eşi tarafından aldatılan bir kocanın aşkı tekrar bulma çabasından ziyade kardeş olmayı, aile bağlarını ve büyümeyi anlatan bir roman. Aldatılan, terk edilen, tavanından tahliye boruları geçen bir bodrum katında yaşamaya mecbur kalan ve yakın zamanda babasını kaybeden Judd’un aşkı bulma çabası, işin yalnızca görünen yüzü. Bu popüler boyayı kazıdığınızda geçmişi pişmanlıklar, suçluluk duyguları, reddedilişler ve kaybedişlerle dolu bir adamla karşılaşıyorsunuz. Judd’u seviyor, benimsiyor, o ille de mutlu bir sona kavuşsun istiyorsunuz kitap boyu. Jen’i affetsin mi, lise yıllarının hülyalı hatırası Penny ile mi beraber olsun derken sayfalar akıp gidiyor. Bu manada gerçekten de romantik soslu bağımsız Amerikan filmleri gibi. Bu sebeple yazarımızın aynı zamanda senaristlik de yaptığını öğrenmek bizi şaşırtmıyor.

 

Fakat başta da söylediğim üzere bu umutsuz romantik Judd’un aşkı kaybedişinin ve buluşunun öyküsü değil. Burada söz konusu olan geçmişi güvensizliklerle, pişmanlıklarla, suçluluk duygularıyla dolu bir adamın kendisini geçmişinden koparamayışı. Çünkü biz beğensek de beğenmesek de, aile kaderdir ve biz ondan kaçamayız. Günün birinde biraz kendi aptallığı, biraz da bizim yüzümüzden hayatının fırsatını kaçıran abimizle, harcayamayacağı kadar parası, üç çocuğu ve boşa harcadığı bir hayatı olan ablamızla, ipsiz sapsızın biri olan, fakat her seferinde bir şekilde kendisini sevdirmeyi başaran ve asla kızamadığımız küçük kardeşimizle, hayatı kendi şovu olarak gören ve bizi de kendi şovuna malzeme eden annemizle ve en başta da ölmüş babamızla hesaplaşacağımız an mutlaka gelecektir. Sonra mı? Sonra country müzik eşliğinde arabayı ufuk çizgisine doğru sürmek gerekir. Çünkü bu sonu mutlu biten hikayelerden biri değil.

 

 


 

 

* Görsel: Beth Hoeckel

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.