Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ölümsüz Aşkların En Fantastiği: Reenkarnasyon Blues



Toplam oy: 113
Çeşitli derlemelerde öyküleriyle yer alsa bile, epey meşakkatli bir derin hikâyeye giriştiği 2018 tarihli Reenkarnasyon Blues aslında Michael Poore'nin ikinci romanı. Doğrusu Poore cesur ve tehlikeli bir işe adım atmış, çünkü kitabında sadece reenkarnasyon kavramını işlemiyor, bununla birlikte baş karakterinin tekrar tekrar yaşama döndüğü birbirinden çok farklı tarihteki bölgelerin yaşamlarına da dâhil ediyor okuru.

Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç. Fiziksel olmayan öz, yani ruhun biyolojik ölümden sonra tekrar farklı bedende yeni bir hayata başlaması özellikle merkezi ve detaylı olarak Budizm, Hinduizm, Jainizm gibi Hint dinlerinde görülüyor. Ancak ruh göçü inancını sadece bu dinlerle sınırlayamayız, öyle ki Sokrates, Platon gibi bazı filozofların yeniden doğuş düşüncelerini yahut bazı dinlerde bu kavrama doğrudan inanç olmasa bile atıfları görüyoruz. Hatta farklı bedende yeniden hayata dönmeye Nors Mitolojisi’nde dahi rastlanıyor. Kısacası dünyadaki birçok insan bu görüşe tarih boyunca inanmış, hatta günümüzde de bu sayı oldukça fazla.

Bilim kurgu ve fantastik öğeler merkezinde

Ruh göçü inancını kitabın ana etmeni hâline getirmesinin yanı sıra ilgili konsepti hem bilimkurgu hem fantastik öğelerle buluşturmasıyla Michael Poore’un Reenkarnasyon Blues romanı, reenkarnasyonun popüler kültürdeki yakın dönemde dikkat çeken örneklerinden olarak gösterilebilir. Bu kitap yakınlarda Kıvanç Güney’in çevirisi ve Burçak Başpınar’ın temiz çalışmasıyla Domingo Yayınevi etiketiyle dilimize kazandırıldı. Yazarın muzip anlatımı ve farklı kavramları oldukça fazla kullanması göz önüne alındığında Güney ve Başpınar’ın çalışmasını tebrik etmek gerekiyor. Konusundan kısaca bahsedecek olursam; cinsiyeti, hatta bedenlendiği canlı türü değişse bile genelde adı Milo’nun varyasyonları olan baş karakterimizin, kusursuzluğa ulaşmaya çabalamasını okuyoruz. Her ruh öldükten sonra Yaşam adı verilen ve dünya ile benzerlikleri bulunan fantastik bir yere gidiyor ve burada belirli vakit geçirdikten sonra tekrar yaşama dönüyorlar. Milo ölmekten bıkmıyor, kişisel geçmişinde de her türlüsünü tatmış; “Mızrakla vurulmuş, süngülenmiş, havaya uçurulmuş, vurulup kan kaybından ölmüş … Bir seferinde Türklerin eline düşmüş ve mancınıkla şehir surlarının üzerinden Viyana’ya fırlatılmış. En sevdiği ölüm buydu.”
Ruhların yaşamlarında başkalarına koşulsuz iyilik, insanlık adına faydalı olma gibi değişen şekillerde kusursuzluğa ulaşması bekleniyor ve bunun için bin yaşam hakları var. Yoksa hiçliğe karışacaklar. Baş karakterimiz Milo’nunsa son hakları kaldı… Ölüm’le aşkı mükemmele ulaşmasındaki engel mi, yoksa tek çaresi mi? Romeo ve Juliet, Talat ile Fitnat… Birçok ölümsüz aşk hikâyesi okuduk. Milo ve Ölüm’ün aşkı içinse gerçekten ebedî diyebiliriz. Aksi tüm kurallara ve engellere rağmen bin yaşam sürüyor.

Milo'nun yaşamındaki kısa hikâyeler
Çeşitli derlemelerde öyküleriyle yer alsa bile, epey meşakkatli bir derin hikâyeye giriştiği 2018 tarihli Reenkarnasyon Blues aslında yazarın ikinci romanı. Doğrusu Poore cesur ve tehlikeli bir işe adım atmış, çünkü kitabında sadece reenkarnasyon kavramını işlemiyor, bununla birlikte baş karakterinin tekrar tekrar yaşama döndüğü birbirinden çok farklı tarihteki bölgelerin yaşamlarına da dâhil ediyor okuru. Bu da aslında okuduğumuz her farklı hayat için yazarın detaylı araştırma yapmasını zorunlu kılıyor. Hatta romanın ana izlencesi kusursuzluğa uğraşma çabasının yanında, aslında kitapta Milo’nun yaşamlarındaki kısa hikâyelerini okuyoruz. Yeri geliyor karakterimiz milattan önce 2600 yılında Mlovasu Pradeş olarak İndus Nehri Vadisi’ne gidiyor, başka hayatında milattan sonra 2115’te su kartelinin uzay kancasında böcek olarak yaşıyor. Sözün kısası Poore eserinde içinde birçok türü ve mekânı barındırıyor. İşin güzeli şu ki bunun altından kalkabilmiş, okura keyifli ve ilginç bir anlatı sunmuş.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.