Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ömürlük Matem, Bosna'nın Gerçek Hikayesi: Son Sığınak



Toplam oy: 184
Hâlihazırda sayamayacağımız kadar hicâbın içinde insan kalmaya çalışıyoruz. İçimiz, acımasız devletlere mütemadiyen edilen beddualarla temize çekilme merasimlerinden geçiyor. Seyirci kaldığımız kadar bedbahtız ve acıyla hemhâl olabildiğimiz kadar gönüldaş. Bu filmin kıyametten önce kopmayacağını artık kabullenmek gerek. Kim bilir tarih daha neleri yazacak ve daha kimler yaşadıklarını insanlara harfiyen duyurmak için kitaplara, seslere sığınacak… Tıpkı Hasan Nuhanoviç’in Bosna Savaşı’nı anlattığı Son Sığınak gibi…

Ben dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmeye başladığımda, rahmetli babacığım kapımızın önünde çuvalları düğümlüyordu. Şu cihana dair kalbime düşen ilk hüznün, şu âlemdeki ilk mesuliyetimin adıdır Bosna. Tarih sayfalarına düşen sayısız utanç tablolarından biri, vicdanlarını, tüm duyularının biricik refahı için gözden çıkaran şu koca dünyanın, nemrut sessizliğidir. Ayan beyan yaşatılan vahşetin despot krallığı yıkıldı; ama bilge kral Aliya İzzetbegoviç’in tüm zamanlar, hadiseler, toplumlar ve dahi bireyler için ettiği o kelâmı sıradanlaştırmadan tekraren hatırlamak kalplerde her daim derin bir ‘ah’ı barındırmaya devam ediyor. ‘’Her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey, düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.’’

Bosna’dan öncesinde de, sonrasında da dünya, bildiğimiz dünya hâlâ. Hâlihazırda sayamayacağımız kadar hicâbın içinde insan kalmaya çalışıyoruz. İçimiz, acımasız devletlere mütemadiyen edilen beddualarla temize çekilme merasimlerinden geçiyor. Seyirci kaldığımız kadar bedbahtız ve acıyla hemhâl olabildiğimiz kadar gönüldaş. Bu filmin kıyametten önce kopmayacağını artık kabullenmek gerek. Kim bilir tarih daha neleri yazacak ve daha kimler yaşadıklarını insanlara harfiyen duyurmak için kitaplara, seslere sığınacak… Tıpkı Hasan Nuhanoviç’in Bosna Savaşı’nı anlattığı Son Sığınak gibi… Geçtiğimiz ay Turkuvaz Kitap’tan çıkan Son Sığınak, Nuhanoviç’in savaş yıllarında sadece kendisi ve ailesinin değil, sayısız Boşnak Müslümanın maruz kaldığı acıları, yoksunlukları, çaresizlikleri anlatıyor. Srebrenitsa, Vlasenica, Cerska, Nova Kasaba, Konjevic Polje, Jepa ve Pisakhan’da yaşayan yüz bin Boşnak’ın kendilerini bir anda içinde buldukları yeni ama pespaye dünyayı…
Hayatta kalma içgüdüsünün ihtilaflı cazibesi
Srebrenitsa katliamını başlattığı gün ‘’Osmanlı’ya karşı gerçekleştirdiğimiz ayaklanmanın anısına, Türklerden öç alma vakti gelmiştir’’ diyen Bosna kasabı Ratko Mladic, coğrafya kaderlerinin zamanlararası çağrışımlarıyla Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’ndeki vurucu mısrasını hatırlatır bana: Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya. Boşnakları kendi vatanlarında mülteci konumuna getiren bu kan emiciler, Hasan Nuhanoviç’in deyimiyle on binlerce Boşnak’ı karınları aç, ayakları çıplak ve elleri boş bir şekilde vahşi hayvanlar gibi Bosna’nın doğusundaki ormanlık alandan geçerek kaçmaya zorladı.
Yazarın, ailesi ve diğer Boşnaklarla Sırp gerillalardan (Çetnikler) kaçışı sırasında, kendi içsel yolculuğundan da pay aldığı sahnelere tanık oluyoruz kitapta. Örneğin kaldıkları ormanlık bir bölgede, uzun bir süreden sonra havan toplarının farklı bir yöne doğru ateş açmasından kaynaklanan rahatlama duygusu, ona kendisini bir süreliğine suçlu hissettirse de ‘hayatta kalma içgüdüsü’nün karşı konulamaz ‘güven’i ve ‘bencil’liğinin insanî bir melekeyle yüzleşmesini sağlaması gibi…
Bombardımanların gölgeleyemediği sevinç: tabiat
Kendisine efkârı dağıtma misyonu yüklenmiş tütün dumanının yokluğu bir yana, gıdasızlığın, kılıksızlığın, hasretin, belirsizliğin, isyanın, teslimiyetin, ölüm korkusunun ve nicesinin bir arada yaşandığı bu yıllarda Nuhanoviç bize ‘umudun’ satırlarını da yazıyor Javor Dağı’na sığındıklarında. ‘’Bir kez daha etrafımın göz alıcı güzelliklerle kaplı olmasının verdiği o lanet hisse kapıldım. Yeşil otlakların güzelliği ve üzerine çiy düşmüş çimlerin hoş kokusu aklımı başımdan aldı. Bu hisse karşı koymaya çalışsam da kendimi keyiflenmekten alamadım.’’ Bu, yazarın insan olmaya dair ikinci keşfiydi belki. Biri, hayatta kalma içgüdüsü, diğeri ne yaşarsan yaşa etrafında dönen dünya hayatının çekiciliğine kapılıp –ölümle burun buruna olsan bile- ruhumuzun derinliklerinde muhakkak varlığını sürdüren ‘ümitvârlık’. Kasaba kasaba, köy köy, dağ dağ, tepe tepe göç eden diğer Boşnaklarla beraber üzerlerinden daireler çizerek 250 kilogramlık ölümcül ‘krmaçe’ bombalarını atan uçaklardan korunmaya çalışırken de belki de…
Tanıdık hikâyeler, kaçınılmaz hayretler…
Hasan Nuhanoviç’in Son Sığınak’ını elimize aldığımızda yıllardır okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz hikâyelerle benzeş hatıralarla karşılaşacağımızı düşünürüz. Evet, çoğuyla da tanışızdır; ancak okuyucuyu ‘an’ içinde hayrete düşürecek durumlarla yüzleştirdiği de bir gerçek. Tıpkı, Luka köyünden kaçarken tanıştığımız Osman gibi. Yaşlı annesiyle koşup kurtulamayacağını anladığında en nihayetinde annesinin tüm yakarış ve çaresizliğine rağmen ona bir miktar para verip yoluna devam etmek isteyen Osman gibi… Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) insani yardım konvoylarının Boşnaklara ulaşmasını engelleyen Sırp anneler gibi; ‘anneler’… Ziynet eşyalarının hiçbir değerinin kalmadığı, on kilo buğdayla bir kot pantolonun, üç ekmekle iki sigaranın değiş tokuş edildiği, özlenen bir sevgiliyi görmek yerine –maalesef- pita ekmeğinin tercih edildiği zamanki o çaresiz araflar gibi… Günler, aylar, yıllar süren göç dalgası Nuhanoviç ve ailesini Srebrenitsa’da sabit kıldı ve işgal boyunca Bileşmiş Milletler karargâhında çevirmenlik yaptı.
Şehri Sırplara teslim eden BM Barış Gücü komutanının ve Hollandalı askerlerin riyakârlıklarını da kaleme alan yazar için bu 1995’te sona eren savaşın ardından Hollanda hükümetine karşı verdiği ve kazandığı dokuz yıllık hukuk mücadelesinin de başlangıcı olacaktı…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.