Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Önce çocuklar ölür!



Toplam oy: 2092
Doris Lessing
Can Yayınları

Son iki yüzyılın felaket tanımlamasını yapmış Doris Lessing. Asıl felaketse çocukları çarpmış. Sadece çocukları değil, kadınları ve tüm güçsüzleri. Lessing, Hayatta Kalma Güncesi’nde, hemencecik özetlenip, sonra da bir kenara konulan sorunsal alanlarda öyle bir gezinmiş ki, söz konusu alanlarda herkesin nasıl yer aldığını, teker teker yara alarak herkesin nasıl öldüğünü, ama en önemlisi de öldüklerinin bile farkında olmamalarını bu gezinti sayesinde açığa çıkartmış. Doymak bilmeyen, aç gözlü her türden tüketimin ardından oluşan dev bir çöplükle tanıştırmış okuyucusunu. Tanıştırmış demeyelim de, zaten her an iç içe olduğu, ama adını koyamadığı çıkmazla yüzleştirmiş.

Adı, ‘açlık’, ‘yoksulluk’, ‘işsizlik’ olan o bildik, tanıdık ama, bir o kadar da nesnesini yitirmiş, sorumlularını gizlemiş felaketi, gerçek sahiplerine teslim etmiş. Her ne kadar söz konusu felaket, teknoloji ve ‘gelişmişlik’ gibi kendini gösterse de, egemen sistemin, gelip dayandığı üst sınırda, yerleştiği yerden tehdit etmekle kalmayıp, inşa ettiği geçirmez duvarlarının ardında yarattığı kurbanları konuşturmuş... Bu kurbanların ise kimler olduğunu söylemeye gerek yok. Duvarların arkasında kalanlar ise oldukça tanıdık. Hızla yok olmaya doğru giden doğal kaynakların yanı sıra, görünmez ellerin sürekli ördüğü duvarlarla aynı hızda yok olan insanlığın alarmını veren yazar, anlattıklarını, en hassas ve doğru yere odaklamış.

Hayatta Kalma Güncesi; işaret ettiği insanlık felaketiyle ilgili tüm hızını, çığ gibi büyüyen ‘sokak çocukları’ndan almış. Adeta, çocukları gözetilmeyen, onları sokaklarda hoyratça yok eden bir toplumun ve insanlığın ‘işi bitmiş’tir demek istemiş. Diğer bir yandan da, en sıfır noktasında bile hayatın kendini dayatan dirimini, en olanaksız, en çaresiz durumlarda gösteren yazar, böylelikle hiç bir gücün yaşama üstün gelemeyeceğinin mesajını vermeyi ihmal etmemiş.

Orta yaşlı bir kadının henüz gençliğe adım atmakta olan, yeni tanığıdı bir kız çocuğu Emily’e sahip çıkmasıyla başlar kitap. Bu andan sonra gelişecek olayları da söz konusu kadının anlatımıyla, Emily’le ilişkisi bağlamında takip ederiz. Yoksulların, bir zamanlar kentin ileri gelenlerin oturup sonra terk ettiği evlere kendi yöntemlerince yerleşerek, orada yaşamlarını kuranlardan bir tanesi olarak tanıştığımız kadın, henüz on üç yaşında olan Emily’e sahip çıkmak zorunda kalacaktır.

Tehditkar kent...

İçinde barındırdıklarını tümüyle tehdit eden kentte yaşamaya çalışan kimsesizler, yerleştikleri bölgelerde kendilerine yarattıkları ‘güvenli sığınaklar’la  hayatta kalma mücadelesi verirler. Aynı mücadeleyi, söz konusu bölgelere akın akın gelerek, o bölgelerin sığınaklarına, sokaklarına, kaldırımlarına yerleşen her yaştan kimsesiz çocuklar da vermektedir. Korunaklı alanlarını her an yitirme tehlikesiyle yüz yüze olanlardan biri olarak tanıdığımız kadın ve bölge halkıyla, onların evlerinin çevresinde konuşlanmış kimsesiz çocuklar arasında nasıl bir ilişki vardır? Hayatın kendi yasasını yaratarak, -zorla ya da değil- oluşturulan kuralların bir kenara çekilmek zorunda kaldığı başlangıç süreçleri ön plandadır. Emily, ona sahip çıkan kadın ve diğerleri aynı sürecin göstergesi niteliğindedir. Korunaklı evlerden birine kapağı atsa da, dışarıdaki çocuklara ulaşan Emily, asıl varlığını onların yanında bulacaktır.
Kendisine sahip çıkan kadınla, dışarıdaki dünya arasında gidip gelen Emily, kentin, her iki kesime sunduğu yaşam olanakları arasında çok da büyük fark olmadığını göstermekle kalmaz sadece, sözüm ona, güvenli yaşama sahip olan “diğerlerin” de, her an bu olanakları yitireceklerinin işaretini verir. Bu işaret ise,“bir toplumun belli bir kesiminin aslan payını kendine ayırması, diğerlerinin de bir güvenlik, kalıcılık, düzen yanılsaması yarattığı sürece nimetlerden sonuna kadar yararlanması” şeklinde oldukça yalındır.

Emily sayesinde dışarıya, sokakların gerçeğine, hayata, onu evine alan ve ona koruyuculuk yapan kadınla eş zamanlı tanık oluruz. Olayları, - gözlemlemelerini katarak-  bize aktaran kadın, gelişmelerle, zaman zaman yaşadıklarını da eklemesi ve daha bilgece bir sesi kendi sesiyle birleştirmesi sonucu geniş bir pencere açar; “Ülkemizde, yönetici sınıfın, saygınlığın ya da varlıklılığın sırça köşkünde yaşamadığı, gözlerini dışarıda olup bitene yummadığı bir dönem oldu mu hiç? Bu yönetici sınıf’ın adalet, adil dövüş, eşitlik, düzen, hatta sosyalizm gibi sözcükleri kullanması ne fark eder, hiç etti mi? Onları kullanıyor, bir süreliğine onlara inanıyorlardı da, ama bu arada, yöneticiler hala, her zamanki gibi en kötüsüne karşı zırhlı, kalkanlı bir şekilde yaşayıp giderken, her şey parçalanmakta, lime lime olmaktaydı; en kötüyü var güçleriyle def etmeye, savuşturmaya, afaroz etmeye çalışıyorlardı, çünkü onu kabullenmeleri demek, kendilerinin yararsız olduğunu kabul etmek, onlara sağlanan, doyasıya yararlandıkları ekstra güvenliğin ise verdikleri hizmete karşılık maaş değil, resmen hırsızlık olduğunu itiraf etmek demekti...”

İnsanın en çıplak hali...

Dış olanaklardan tümüyle yoksun olan insanı en çıplak haliyle karşımıza çıkaran Lessing, insanı kendisiyle yüzleştirdiği kitabında, bunu teknolojinin geliştiği en üst aşamada boşuna yapmaz. Böylelikle, en son sözü, insanın kendi özgül gücünün söylediği gerçeğini teslim eder. Diğer bir yandan da, güç ve iktidar malzemesi olarak kullanıldığı için yaşamın dirimselliğini yok edici bir etkiye sahip olan, ‘gelişmeyi’, teknolojiyi tarrtışmaya açar. “Bu çocuk, eski günlerimizde, her şeyden çok sözel olanın, sözcüklerin, onların değiş tokuşunun, kullanılışının belirlediği dönemlerde yetişmiş, biçimlenmiş olan diğer çocukların aksine, bu zenginlikten mahrum bırakılmıştı. Biz (yani eğitimliler) bu bolluğu toplumumuzun daha alt katmanlarıyla paylaşmanın bir yolunu hiç bulamadık. Kaldırımın kenarında durup birkaç cümlelik dedikodu alışverişinde bulunan iki kadında bile, boşa kürek sallamanın o yürek parçalayıcı çabasını görebiliyordunuz: yoksulların mahrum bırakılmış, güdükleşmiş konuşma biçiminin bir yerlerinde, daima, güceniklikten gelen bir enerji yatıyordu.”

Davranışları, olayları, işaretlerden, arka planların aydınlatılmasından yakalayan son derece anlaşılır dil ve anlatımın kitabın belirleyici özelliklerden biri olduğunu belirtmekte yarar var. “Her ne kadar bu yüzden onu içten içe takdir ediyorsam da, paniğe kapılmadan da edemedim, nedeniyse bu düşüncenin öteki yüzü, her anlamda mutlak bir kayıtsızlığa ve umutsuzluğa uzanan gölgesi, hatta karanlığıydı: Açık konuşmak gerekirse, genellikle intihara giden yoldaki ilk adım budur... en azından, yaşama enerjisini tüketen unsurların en ölümcülüdür.”

Diğer bir yandan, yaşamın sürekli değişmesi, gelişmesi, yenilenmesine rağmen, iktidar üreten yapıların hep aynı kalması arasındaki karşıtlık; ‘suç’ olgusunu daha iyi görmemizi sağlayacaktır. Zira “öyle çok suç işleniyordu ki; yetmezmiş gibi, her gün ortaya yeni ve beklenmedik suç kategorileri çıkıyordu sanki. Reform okulları, ıslahheneler, yoksullara yardım yurtları, yaşlılar için huzurevleri...” 

Hayatta Kalma Güncesi için, sadece, korunaklı duvarların bir yanılsama olduğunu, dışarıdakileri üreten mekanizmanın adını koymak gerektiğini göstermiş demek bile yeterli.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.