Oysa, analardan doğmadan önce, ilk olanımızı kimin, nasıl var ettiği konusunda bile anlaşamadık. Var idik bir şekilde, türlü farklı şekilde. Çoktuk. Aynı değildik. Geldiğimiz yerler, anamızdan öğrendiklerimiz, dilimiz, dinimiz, derimiz, rengimiz, cinsiyetimiz, hayat kurallarımız farklı. Kurduğumuz hayatlar benzemez.
Dünyanın her yerine dağıldık. Onlar ve bizler diye kırk parçaya ayrıldık. Onlar, bize bunlar diyor. Kah bizler tarafında olduk, kah onlar. Kah güç bulduk bu ler’li lar’lı çoğul eklerinde, kah sığınak. En büyük zaafımız oldu çoğulluk. Tekil seslerimiz aynı değil ama, gerektiğinde aynı sesi çıkarmayı bildik dahil olduğumuz, ait hissettiğimiz çoğul ekinin tonundan. Ler misin? Lar mı? Hükmetmek, başkaldırmak ya da korunmak için yaptık seçimimizi. Çoğul ekleri sesimizi gür çıkardı, yazgısı ortak bir hikaye ile birbirimize bağladı. Tekil seslerimizle içimizden konuştuk, çoğul olmadan önce birey olduğumuzu unutmayalım diye. Analar kulağımıza fısıldadı tek tek. Yine de bazılarımız unuttu mecburen.
Bu yazgısı ortak hikayeden, içimizdeki seslerden, kulağımızdaki fısıltılardan edebiyatlar ürettik. Tarihi güçlüler yazdığında, edebiyatla karşılık verdik. Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda’sı işte böyle bir edebiyat ürünü.
Kimonolu gelinler
Romanın içindeki ‘biz’, 1900’lü yılların başında Amerika’ya gemilerle getirtilen Japon kadınların sesi. Kendilerinden önce Amerika’ya çalışmak için göç etmiş, sözde başarılı olmuş, evli, arabalı, üç parçalı takım elbiseli Japon damatlarla evleneceklerini sanıyorlar. Ellerinde damatların fotoğrafı bile var. Vaadedilen rüya yalan çıkıyor karaya vardıklarında. Gelin değil, kaçak ucuz işçi olduklarını anlıyorlar. Damatların kimsenin yapmayı istemediği işleri yapmaktan hoyratlaşmış kaba saba elleri bedenlerine dokunduğunda evlilik başlıyor. Tarlada, zenginlerin hizmetinde, kuru temizlemecide çalışıyorlar. Çok çalışıp toprak sahibi oluyorlar banka kredisiyle. Çocukları oluyor. Mahalleler kuruyorlar. İkinci nesil biraz daha Amerikanlaşıyor. Bu sırada savaş çıkıyor. Ev dedikleri yer düşman toprağı oluyor. FBI onları casus ilan ediyor. Kocalar birer birer alınıp götürülüyor. Sonunda bütün varlıklarını bavullara sığdırıp savaş kamplarına gönderiliyorlar. Geride kalan, tavan arasında unutulan bir Buda heykeli. Kayboluş diyor yazar Julie Otsuka bu sona.
Japon-Amerikan edebiyatı
Otsuka’nın romanı bir bilinmezle bitse de, kaybolmuyorlar. Önce otobiyografilerle sonra romanlarla Amerikan edebiyatının önemli bir parçası olan göçmen edebiyatının Japon kökenli yazarları yine bu kadınlar oluyor. Gelenek olarak susmaları, kabullenmeleri, katlanmaları öğretilen bu kadınlar savaş kampında hapis tutulurken, yıllardır üzerlerinde taşıdıkları kimonolu kadın kimliğinden özgürleştirmeyi başarıyorlar kendilerini. İki farklı kültür, kimlik, gurur anlayışı arasındaki savaşın bir benzeri kamptaki Japon kadınların ruhlarında da kopuyor. Sonunda, kamplardan kurtulduklarında, aradan bir iki nesillik bir zaman geçtiğinde, benliklerindeki Japon taraflarıyla, Amerikan tarafları arasındaki savaş da bitiyor. Gemilerle Amerika’ya gelin olarak gelen kadınların ait olduğu çoğulluk, kendini başka türlü ‘bizler’ olarak tanımlayan bir çoğulluğa dönüşüyor.
Bütün göçmen edebiyatında olduğu gibi, Japon-Amerikan edebiyatı da kendini hapsettiği tarihi olaylar ve sonuçları yüzünden birbirinin benzeri, karakterlerin tanıklıklarına dayanan eserler veriyor. Bir romanın nerede bitip diğerinin nerede başladığı flu. Ama bu birbirine bir şekilde bağlı edebiyat, anaakım ‘onlar’ ağzından yazılmış tarihe ancak karşı çıkacak gücü bulabilir.
Birinci çoğul şahsın romanı
Tavan Arasındaki Buda birinci çoğul şahsın romanı. ‘Biz’ diye başlayan cümlelerle örülmüş. Julie Otsuka sanki ilk satırdan itibaren daha yüksek bir sese ihtiyaç duyduğunu biliyor. Japon-Amerikan edebiyatındaki aynılığı, kendi biçemini farklı kılmak için avantaja çeviriyor belki de. Sadece romanın son bölümünü onlar ağzıyla yazmayı seçerek olayların böyle nasıl bütün gerçekliğiyle anlatılamayacağını gösteriyor yazar. Trajik kahramanın yerini almış bir Yunan tragedyası korosu başkahraman Otsuka’nın romanında. Cümleler, nokta atışı betimlemeler yapıyor, birkaç sözcükle bir hayat hikayesi anlatıyor. Böylelikle çoğulluk sadece ‘biz’ diye başlayan cümlelerle değil, çoğunlukla isimsiz kahramanların birbiri üzerine eklenen hayat hikayelerinin ortak kaderiyle de pekiştiriliyor. Bir tanı koymak gerekirse eğer, manzum hikaye, mensur şiir ya da tek cümlelik kısa hikayeler şeklinde yazılmış bir roman diyebiliriz Tavan Arasındaki Buda için. Her cümle, romanın sonundaki savaş kamplarına doğru çıkılan yürüyüş gibi rap rap bir ritimle okuru son sayfaya ulaştırıyor. Sağa sola sapmaya, verilen detaylardan yan hikayelerin peşinden gitmeye vakit yok, izin de yok. Rap rap.
Romandaki birinci çoğul şahıs, yani kendilerinden ‘biz’ diye söz eden Japon kadınlar, roman boyunca farklı ‘onlar’ ile karşılaşırlar. ‘Onlar’ önceleri, Japonya’da bıraktıkları aileleri, sevdikleridir. Amerika’ya vardıklarında evlendirildikleri kocaları, hayatları boyunca ‘onlar’dır kadınlar için. Bu yeni ülkedeki diğer ırktan olan göçmenler, beyaz ırktan olan işverenler kadınların kendilerini karşı karşıya buldukları ‘onlar’ grupları. Kendi doğurdukları çocuklar bile, ikinci nesil göçmenler olarak ‘onlar’laşır. Bu farklı ‘onlar’ gruplarıyla olan ilişkileri kadınları umuttan gerçeğe, kabullenmekten yetinmeye, gelenekten sıradanlaşmaya, güvensizlikten korkuya taşıyacak, hikayeleri bu romanda bitmeyecek. Asıl son, yıllar sonra böyle bir romanın bu kadınların soyundan gelen bir Japon-Amerikan kadın yazar tarafından yazılmış olması ve ödül kazanması. Kitap 2011 National Book Award finalistliği, 2012 Pen/Faulkner roman ödülü sahibi.
Bu kitaptan bize ne?
Bu kırmızı ciltli, şömizli, beyaz kurdele ayraçlı kitabı okumak kadar dokunmak, sahip olmak da çok güzel. Ancak bu kitabı okuyan ‘bizler’ için yazar da, birinci çoğul şahıs Japon kadınlar korosu da ‘onlar’ sayılmaz mı? Okudukça karar verecek okur hangi taraftan olduğuna. Ler mi? Lar mı? Bir de ipucu vereyim. Bugün yaşadıklarımızla paralel kurmayı başaran okur, sorunun cevabını bulur.
Yeni yorum gönder